7.9.07

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Sanayileşmenin Felsefi Altyapısı

Şakir Kocabaş *

“Sanayileşme” kavramı Avrupa’da Endüstri Devrimi sırasında ortaya çıkmış bir kavram olup esas olarak dokuma üretiminde insanların elleri ve ayaklarıyla yaptıkları işleri büyük imalathanelerde buhar makinaları kullanarak yapmakla başlayan ve diğer üretim sahalarının gelişmesine yol açan bir makinalaşma ve fabrikalaşma hareketi şeklinde tarif edilebilir. Bu kavram belli bir tarihi dönemdeki iktisadi gelişme için ortaya atılmış, fakat daha sonra başka makineleşme dönemleri için de kullanılmaya başlamıştır. İnsanlık tarihi, üretim açısından üç safhaya ayrılır: Avcılık dönemi, tarım ve hayvancılık dönemi, sanayi devrimi ile başlayan makinalaşma dönemi. Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru bunlara yeni bir dönem daha eklenmiştir: Otomasyon ve Bilgi Çağı dönemi. Ancak bu son döneme Bilgi Çağı yerine Enformasyon Çağı demek daha doğru olacaktır, çünkü bilgi kavramının insan davranışlarını gerçekliği arama ve adaleti sağlamaya yönlendiren bir boyutu bulunmaktadır.

Günümüzde “sanayileşme” terimi, hemen her alanda gelişmeyi ifade için kullanılmaktadır. Tarım ve hayvancılık bile “endüstriyel tarım” terimiyle geleneksel tarımdan ayrılmaktadır. Ayrıca “sanayileşme” terimi de hangi çağ için kullanıldığına bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Sanayileşme projeleri de buna göre değerlendirilmektedir. Mesela artık “ağır sanayi hamlesi” projeleri, bu günkü manada iktisadi gelişmeye götüren projeler olarak kabul edilmemektedir. Bunun yerine “ileri teknolojiler” veya “yüksek teknolojiler” kullanarak gerçekleştirilecek “hafif sanayi hamleleri”, hatta “ağırlıksız” yazılım teknolojileri ön plana çıkmaktadır.

Ayrıca iktisadi sektörler arasındaki dengelerin de değiştiğine dikkat etmek gerekiyor. Orta Çağ’da tarım sektörü, 19. Yüzyılda sanayi sektörü, 20. Yüzyılın sonlarında hizmet sektörü ağırlık kazanmış bulunuyor. Öte yandan geliştirilen yeni teknolojiler, uydu teknolojisi ile planlama, biyoteknoloji ve tarım aletlerinin gelişmesi tarım sektörünün; robotik ve otomasyon teknolojilerinin gelişmesi endüstri sektörünün; bilgi sistemlerinin gelişmesi de hizmet sektörünün yapısını hızla değiştiriyor. Bütün bu alanlarda yüksek teknoloji geliştirme hamlelerinde sürekli eğitim ve bilgi kazanımı merkezi bir yer almaktadır. Her alandaki gelişmelerde olduğu gibi, teknolojik gelişme için de iyi yetişmiş insan gücü önde gelen ilk şartlardan biridir. Fakat bu yeterli bir şart değildir. Ülke bazında düşünüldüğünde, siyasi bağımsızlık birinci derecede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzdeki endüstriyel gelişmelerin siyasi ve coğrafi dağılımına baktığımız zaman bazı temel tesbitlerde bulunmamız mümkündür. Teknolojik gelişmeye elverişlilik açısından ülkeleri iki ana sınıfa ayırabiliriz: 1) Teknolojik gelişmeyi ekonomik kaynakları çerçevesinde hiçbir ciddi siyasi engele takılmadan planlayıp yürürlüğe sokabilen ülkeler, 2) Teknolojik gelişme potansiyeli olduğu halde siyasi bağımlılık yüzünden bu alanda gelişmesi engellenen ülkeler. Birinci grup ülkelere, ABD, Japonya, Batı Avrupa Ülkeleri, Rusya, Hindistan ve Çin’i örnek gösterebiliriz. Bunların dışında kalan ülkeleri ikinci grupta sayabiliriz.

Bilindiği gibi Japonya sermaye birikimi ve sanayileşme sürecine 19. yüzyılın sonlarına doğru Meiji döneminde girmiştir. Fakat Japon sanayiinin gelişmesi, bu ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kontroluna geçmesiyle fiilen durdurulmuştur. Ülkeyi kontrol eden Amerikan yönetimi Japonya’daki bütün tersanelerde, makina ve uçak fabrikalarında üretimi durdurmuş, bu tesislerin tencere, tava, çatal-bıçak imali dışındaki faaliyetlerini yasaklamışlardı. Buna karşılık Japon üniversiteleri uçak ve gemi mühendisleri yetiştirmeye devam ettiler. Üniversiteden mezun ettikleri mühendisleri de, esas faaliyeti engellenen fabrika ve tersanelerde ayırdıkları bir “çizim odası”nda dünyada kendi alanlarında yapılan çalışmaların yayınlandığı dergileri izlemekle görevlendirmişlerdi. Bu durum 10 sene kadar devam ettikten sonra, Amerikan yönetimi Kore savaşı nedeniyle Japonya’ya koyduğu birçok endütriyel kısıtlamayı kaldırınca, Japonlar hızla gemi sanayiindeki hazırlıklarını uygulamaya soktular ve kısa sayılacak bir süre içinde süper tankerler imal edecek duruma geldiler. Elektronik ve diğer alanlarda da gelişmelerini hızlandırarak bir çok alanda dünyada öncü durumuna geçtiler.

Hindistan’ın durumuna gelince: Bu ülkenin son 20 yılda hızla tarımdan yüksek teknolojiye doğru geçtiğini görüyoruz. 1993 yılında, Tübitak Marmara Araştırma Merkezi’nde çalıştığım sıralarda bir proje toplantısı için Ankara’ya gitmiştim. Orada Tübitak’ın misafirhanesinde bir kahvaltıda, elli yaşlarında, iyi giyimli esmer bir adam yandaki masada oturuyordu. Kendisiyle selamlaştım ve konuşmaya başladım. Hindistan’dan geldiğini ve Tübitak’ın kendisini Türkiye’de bir mikroçip tesisi kurma konusunda görüşlerini almak için davet ettiğini söyledi. Ben de kendisine, mikroçip sanayiinde Tübitak’ın mevcut hedefinin 1985 yılı teknolojisini aşmak olduğunu duyduğumu söylemiştim. Bunun için de yaklaşık 60 milyon dolarlık bir tesis kurmak gerektiğini duymuştum.

Hintli uzmana: “Hindistan’ın milli geliri çok yüksek olmadığı halde ülkeniz bu ileri teknoloji yatırımlarına nasıl kaynak ayırabiliyor?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Size anlatayım: Hindistan bağımsızlığını kazandıktan Cumhurbaşkanı Gandi, bilimsel araştırmalara devlet bütçesinden belli bir kaynak ayırmıştı. Bir ara ülke kıtlıklar dolayısıyla büyük mali sıkıntılara düştü. O zaman bir gurup uzman Gandi’ye gelip, ‘Efendim, halk açlıktan büyük sıkıntı içinde, bilimsel araştırmalara ayırdığımız kaynakların bir kısmıyla tahıl ürünleri ithal edelim,’ diye bir teklifte bulunmuşlardı. Fakat Gandi bu teklifi reddetti ve ne olursa olsun kimsenin o kaynaklara dokunmaması gerektiğini, hatta bilimsel araştırmalara ayrılan bütçenin arttırılarak devam ettirilmesini söyledi. Gandi’den sonraki Hint hükümetleri de bu politikayı sürdürdüler ve sonunda Hindistan kendi geliştirdiği uydu teknolojilerini kullanarak yaptığı tarım planlamasında ilk defa bu sene (1993) tarımda kendine yeter bir ülke haline geldi. Gelecek seneden itibaren de tarım ürünleri ihraç edecek.” Hintli uzmanın bu sözleri hala kulaklarımda çınlamaktadır.

Ülkemizdeki duruma gelince, böyle bir devlet politikasını maalesef Cumhuriyet tarihinde göremiyoruz. Yıllardır sürdürülen eğitim politikaları hayatta hiçbir işe yaramayacak ilkeleri ana okulundan üniversite son sınıfına kadar zorla ezberlettirmekte ve insanları dar kalıplar içinde düşünmeye zorlamaktadır. Bu tür politikalar kendisine güvenmeyen, bu yüzden de taklitçilikten öteye geçip yeni fikirler üretemeyen fertler yetiştirmektedir. Bu tür kişilerden oluşan toplumların gelişmeci bir yapıya geçebilmeleri için, önce baskıcı eğitimin kişilik bozan etkilerinden ve bunun dünya ile alakası olmayan ilkelerinden kurtulmayı başarabilmeleri gerekmektedir. Bu da fazladan bir gayret sarfı demektir.

Son yıllarda durum düzeltileceğine daha da kötüleşmeye doğru gitmektedir. Ülkemizde maalesef hem dışardan, hem de içerden, gelişmeyi engelleyici politikalar sürdürülmektedir. Dışardan gelen siyasi ve ekonomik baskılar, ülke içinde de haksız ve adaletsiz bir yönetimin iç barışı sürekli bozan kültürel, siyasi ve ekonomik baskılarına eklenmektedir. Bir ülkenin, kendi iç barışını bozucu politikalarla gelişmesi mümkün değildir. İç barışın bozulması, her şeyden önce o ülkede insanların motivasyonlarını, yani iş yapma arzularını köreltir. Bir fizik sisteminin bile iş yapabilmesi için o sistemde etkin kuvvetlerin vektörel toplamı birbirine eklenerek artacak şekilde yönlendirilmiş olmalıdır. Aksi halde eğer kuvvetler birbirinin etkisini yok edecek şekilde yönlendirilmişse, o sistemden faydalı bir iş beklememek lazımdır. Daha basit bir örnek verecek olursak, bir motora bağlı dişli çarklar ters bağlanmışsa, o motorun ileri gitmesi mümkün değildir. Böyle bir motor, ya kendini dağıtıp parçalanır, ya da geri gider.

Eğer bir ülkede, sanayileşmeyi planlayıp yönlendiren bağımsız ve etkili devlet kurumları yoksa bu iş, o ülkede yaşayan insanların sanayi ve ticaretle uğraşan kişilerden meydana getirecekleri sivil toplum kuruluşlarına düşüyor demektir. Bu tür sivil toplum kuruluşları kültür, bilim, teknoloji, ekonomi ve strateji konularında dünyadaki gelişmeleri sürekli izleyebilecek araştırma gurupları kurarak gerekli planlama ve yönlendirmeyi yapabilirler.

Unutmamak gerekir ki ülkeler ve devletler bağımlı olabilir, fakat medeniyetler bağımsızdır. Öyle görünüyor ki, yirmibirinci yüzyıl, medeniyetler arası etkileşimlerin yüzyılı olacaktır. Ancak medeniyetlerin etkileşimi, bazı çatışmacı stratejistlerin görmek istediği şekilde sadece savaş ve çatışmalarla olmaz, sosyal, kültürel, ekonomik ve endüstriyel münasebetlerle de olur.

Şirketler artık eskiden olduğu gibi bir ülkenin sınırlarını kendi sınırları olarak kabul etmemektedir. Neresi gelişmeye elverişliyse faaliyetlerinin ağırlık merkezini oraya kaydırmaktadırlar. Bunun son örneğini birçok Türk firmasının, ülkemizdeki siyasi, iktisadi ve kültürel baskılar sebebiyle faaliyetlerini Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Macaristan gibi eski Doğu Avrupa ülkelerine kaydırmalarında görüyoruz.

Bu durumda, ülkeler arası sermaye ve teknoloji hareketlerinde sosyal ve kültürel etkşilemler ön plana çıkmaktadır. Bu şartlar altında, sermaye arttırmaktan başka hiçbir amaca yer vermeyen Batı tipi şirket anlayışı yerine daha sağlam temelli yeni şirket anlayışları geliştirmek gerekmektedir. Örnek olarak, başka ülkelerde faaliyet gösteren şirketler, iş yaptıkları ülkedeki net kazançlarının küçük bir yüzdesini rahatlıkla o ülkedeki sosyal yardımlaşma faaliyetlerine ayırabilirler. Bu tür faaliyetler, bir şirketin iş yaptığı ülkedeki durumunu sağlamlaştıracaktır.

Özet olarak ifade edecek olursak, dünyada bilim ve teknoloji ve bunlara bağlı ekonomi, siyaset ve kültür alanındaki hızlı gelişmeler toplumları yeni bir takım çözümlere doğru zorlamaktadır. Herşeyden önce bu gelişmeleri yakından takip edip ileriye dönük gelişme projeleri üretmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, dünyada çok yoğun medeniyet ve kültür etkileşimlerinin ön plana çıkacağını düşünüyoruz. Bu şartlar altında toplumların gelişme stratejilerini mevcut devlet politikalarıyla sınırlandırmalarının büyük bir yanlışlık olacağını, kendi geleceklerini tayin edecek politikaları kendilerinin üretmesi gerektiğini söylüyoruz.

* Doç. Dr. İTÜ UUBF

Gerçeklik ve Lisan

Gerçelik ve Lisan

1) Kelimeler

Gerçeklik
Bilgi
Adalet
Mizan
Kelime

2) Gerçeklik ve Lisan Arasındaki Alaka

Gerçeklik lisanla (kelimelerle) ifade edilebilir.

Gerçekliğin en karmaşık yapıları bile lisanda ifade edilebilir. Bu ifadeler bazan mecazi (metaforik), bazan da meseli (allegorik) olabilir.

Lisanda gerçekliğin en doğru bir şekilde ifade edilebilmesi, sahip olunan kavram sistemine bağlıdır.

Gerçekliğin lisandaki ifadesinde kullanılan kelimeler arasındaki gramer bağlantıları önemlidir.

Tarif: Kelimelerin farklı kullanım yapılarına “kavram” denir.

Bir lisanın zenginliği, içindeki kelimelerin çokluğu ile değil, bu kelimelerin o lisanda nasıl kullanıldığı ile ölçülmelidir.

En güçlü lisan, hem kavramları çok olan, hem de bu kavramlar arasındaki bağlantıları gerçekliği ifadede en uygun olan lisandır.

Güçlü bir lisan, en önemli kavramlarını diğer bütün kavramlarıyla bağlantılandıran bir lisandır.

Bütün kelimeleri gerçekliği doğru ifadede kullanılabilecek bir lisanın bazı kelimelerini iptal etmek, o lisanı gerçekliği ifade açısından zayıflatır.

Bir lisanda gerçekliği doğru ifadede kullanılan anahtar kelimeler iptal edildiği zaman, o lisanın gerçekliği doğru ifade etme özelliği ortadan kalkar.

Bir lisanda, gerçekliği doğru ifade etmede kullanılan bir kelime iptal edildiği zaman onun yerine mutlaka başka bir kelime geçer. Bu şekilde iptal edilen her kelime lisanın gerçekliği ifade özelliğini bozar.

Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda, gerçekliğin en küçük ayrıntılarını ifade etmeyi sağlayacak yeni kelimeler o lisanın kendi kavramsal yapısı içinden çıkartılabilir.

Gerçekliği en iyi ifade gücüne sahip bir lisanda yapılacak bütün kavramsal değişiklikler o lisanın bu özelliğini bozar. Böyle bir lisana, başka bir kavram sisteminin kelimeleri aşılanacak olursa, o lisanla gerçeklik arasındaki alaka temelde ortadan kalkar.

Bir lisanda kelimeler ancak kullanıldıkları zaman hayat kazanır ve kullanıldıkları sürece canlı kalır.

En üstün lisan, kelimeleriyle gerçekliğin en doğru ifade edildiği lisandır.

Yaşayan iki lisandan hangisi gerçekliği daha iyi ifade ediyorsa, o daha güçlüdür.

Güçlü ve canlı bir lisan, zayıf lisanları yutar.

Bir lisan, çoğu zaman insan zihninde bir yazılım gibi çalışır. “Lisanın kullanımı zihnin aynasıdır.”

“Kullanılan lisanın sınırları düşüncenin de sınırlarıdır.” (Wittgenstein)

Kur'an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri

“Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” Üzerine

Doç. Dr. Şakir Kocabaş

Prof. Dr. A.Y. Özemre’nin “Kur’an ve Astrofizik: Yaratılış Teorileri” başlıklı çalışması, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve yönetimiyle ilgili ayetlerin, günümüzün bazı teori veya senaryolarının hipotez veya kabullerine dayanarak yorumlanamayacağını bütün gerekçeleriyle ve sistematik bir şekilde ortaya koymaktadır. Konuşmama Prof. Özemre'nin söylediklerine büyük ölçüde katıldığımı ifade ederek başlamak istiyorum. Ayrıca kendisine bu önemli çalışmasından dolayı bir okuyucu olarak teşekkür ediyorum, ve bu çalışmanın maddi ve manevi olarak desteklenmesini diliyorum.

Kur’an’da “yaratılış” ile ilgili ayetlerinin herhangi bir teori veya senaryonun hipotez veya kabullerine göre yorumlanamayacağı bu çalışmayla iyice anlaşılmış bulunmaktadır. Şimdi burada şu soru karşımıza çıkıyor: Kur’an’la gerçeklik arasında nasıl bir alaka vardır? Daha özel olarak da, Kur’an’la fizik bilimler arasındaki alaka ne olmalıdır?

Kur'an’ı dikkatle incelediğimizde görüyoruz ki onunla gökler ve yer arasında hakk (= gerçeklik) kavramı açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. (Hakk kelimesi Kur’an’da doğru, yerinde, gerçek ve gerçeklik gibi birkaç değişik manada, ve hepsinden de önemlisi, hüvel hakk ifadesiyle Allah’ın bir ismi/sıfatı olarak geçmektedir.) Kitap'ta Kur'an'dan bahseden bazı ayetlerde onun hakk olarak indirildiği ve onda anlatılanların da hakk (= gerçek) olduğu bildirilmekte, göklerin ve yerin yaratılışından bahseden ayetlerde de göklerin ve yerin hakk (= gerçeklik) olarak yaratıldığı bildirilmektedir.

Kur’an’ın hakk (= gerçeklik) olarak indirildiğini, ve onda anlatılanların hakk (= gerçek) olduğunu bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (Bakara 2/252, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/105, Maide 5/48, Nahl 16/102, İsra 17/105)

Göklerin ve yerin de gerçeklik olarak (= bil hakk) yaratıldığını bildiren ayetlerden bazıları şunlardır: (En’am 6/73, İbrahim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3).

Allah Teala, Kur’an hakkında ayrıca “emrimizden bir ruh” diye bahsetmektedir:

“İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik; sen Kitap nedir, inanmak nedir bilmezdin …” (Şuura 42/52)

Kur’an, insanların zihinlerine ve kalplerine yerleştiği zaman böyle insanların meydana getirdiği bir toplumun adeta canı ve hayat kaynağı gibi bir özellik kazanır.

Allah Teala göklerdeki nizamı da, göklere ve yere vahyetmiş olduğu emri ile tesis ettiğini şu ayette ifade etmektedir:

“Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde yedi sema olarak kaza etti ve her semaya emrini vahyetti …” (Fussilet ???)

Demek oluyor ki, göklerdeki nizamla Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) ve emr kavramları açısından çok yakın bir alaka bulunmaktadır. Bu yüzden de Kur’an’la göklerde ve yerde meydana gelen olaylar arasında gerçeklik açısından daima göz önünde bulundurulması gereken çok güçlü bir alaka bulunmaktadır. Aşağıdaki şema bu alakayı özetlemektedir:


Kur'an <-----------------------> Gökler ve Yer
(hakk olarak indirildi) (hakk olarak yaratıldı)
| |
| |
V V
kelimeler <-----------------------> olaylar

İşte bu yakın alaka dolayısıyla gökler ve yerdeki olayların en iyi ve en doğru olarak anlaşılması ancak Kur'an'daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal doku içinde mümkün olacaktır. Bu gün dünyada, bütün bilimsel teorilerin kavramlarıyla oluşturulan diller de dahil, hiçbir dil yoktur ki Kur'an kadar zengin ve tutarlı bir kavram sistemine sahip olsun. Buradan da, gerçekliği tanımanın, anlamanın ve ifade etmenin en sağlam yolunun, onu Kitap’taki kelimeler dokusu içinde anlamaya çalışmak ve bu doku içinde ifade etmeye çalışmak olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kur’an’da en temel kavramlardan birini meydana getiren “hakk” kelimesi, eski yunan düşüncesinin etkisiyle, İslam düşüncesinde 10-12. yüzyıllarda yerini giderek vücud (= varlık) kavramına bırakmıştır. Hatta o kadar ki, vücud kavramı sadece felsefede değil, kelam ve tasavvufta da merkezi bir kavram haline getirilmiş ve aslında hakk kelimesi çerçevesinde anlamsız olan bazı meseleler bu kavram etrafında tartışma konusu yapılmıştır. Buna rağmen hakk kelimesi adl (= adalet) kavramıyla olan alakası dolayısıyla müslümanların lisanından tamamen kopmamış ve bu kelimeyle birlikte Osmanlı medeniyetinin yıkılmasına kadar yerini korumaya devam etmiştir.

Rönesans öncesi Avrupa’sında da, müslümanların o zamanki Avrupa düşünce hayatı üzerindeki derin etkisiyle gerçeklik kavramı bir ara, kendilerini "hakk aşığı" (= lover of truth) olarak vasıflandıran düşünürlerin dillerinde dolaşmışsa da, daha sonra hemen hemen bütün felsefesini varlığın kategorileri üzerine kuran Kant'la birlikte gerçeklik kavramı önemini tamamen kaybetmiş ve varlık kavramı Batı düşüncesinde merkezi bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.

Fizik bilimlerin konusu, bilindiği gibi, göklerde ve yerde meydana gelen ve “fiziksel olay” tarifine giren olaylardır. Bütün bilimsel teoriler belli bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bilimsel gözlemler, deneyler ve hatta ölçmeler de teoriye göre yapılır ve sonuçlar da bu teorinin dayandığı kavram sistemi içinde ifade edilir. Fakat son birkaç yüzyıldır gelişen süreç içinde, bugünkü bilim adamları ve bilim felsefecileri tarafından bilimsel teorilerin gerçeklikle alakalı olup olmadığı meselesi tamamen bir kenara bırakılmıştır. Bunun yerine, teorilerin “olaylara uygunluğu” yeterli sayılmaktadır.

Günümüzde dünya hakkındaki bilgilerimizin çoğu son birkaç yüzyılda geliştirilmiş olan teorilere dayanmaktadır. Bu teorilerden en gelişmiş ve uygulama açısından en başarılı ikisi Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Teorisidir, ve bu iki teori de kökleri eski yunan düşüncesine kadar giden bir varlık anlayışı ve mekan ve zaman hakkında “nokta” ve süreklilik” gibi geçersiz birtakım kabuller üzerine kurulmuştur. Temel kavramlarındaki (dalga, parçacık, noktasal kütle ve süreklilik kavramları) uyumsuzluk ve çelişkiler yüzünden bugün bilimin en gelişmiş teorileri kabul edilen bu iki teori, yüzyılın en seçkin fizikçilerinin bütün çabalarına rağmen birleştirilememektedir. Bize göre bunun başlıca sebebi, bu teorilerin gerçeklikten uzak bir kavram sistemi üzerine kurulmuş olmasıdır. Son onbeş yıldır bazı teorik fizikçiler, bu iki teorinin birleştirilmesinde ortaya çıkan tezatları kaldıracağını ümit ettikleri bir “superstring” (= süpertel) teorisi geliştirmeye çalışmaktadır. Fakat fizikçilerin bu çabaları çok yavaş ilerlemektedir, çünkü bunun için gerekli olan matematiksel kavramlar ve yapılar henüz geliştirilmemiştir.

Öte yandan, Kant’tan günümüzde kadar, ve özellikle de son yüzyılda fizik ve kozmolojinin gerçeklik kavramından tamamen uzak bir dilde geliştirilmiş olması son yıllarda David Deutsch gibi bazı fizikçileri rahatsız etmektedir. Bu fizikçiler bu eksikliğin meydana getirdiği büyük boşluğu görerek gerçeklik kavramını tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu fizikçilerin getirmeye çalıştığı "gerçeklik" kavramı doğal dilden gelen temel bir kavram olmak yerine Kuantum Mekaniğinin "çoklu evrenler" kabulüne dayanan yorumu üzerine kurulmaya çalışılan teorik bir "gerçeklik" kavramı olmaktadır.

İşte bu yüzden, Kur’an’da göklerin ve yerin yaratılışı ve oluşumu ile ilgili ayetlerin, ne kadar gelişmiş olursa olsun gerçeklikle alakası belli olmayan bu günkü teorilerin hipotezleri veya senaryolarının varsayımlarına dayanarak açıklanması yerinde olmayacaktır.

Buna karşılık Kur’an’da gerçeklikle ilgili bir dizi kelime (hakk, emr, kada, kadr, izn, sahhara, sultan, akl ve ruh) bulunmaktadır ve bu kelimeler birbiriyle tutarlı bir doku meydana getirmektedir. Kitap’ta aynı şekilde mekan (kün/mekan, ard, haysu, canib) ve zaman (hıyn, an, sene, şehr, dehr, ‘asr) ile ilgili zengin bir kelime örgüsü sağlam bir kavramsal yapı oluşturmaktadır. Gene aynı şekilde yaratılışla ilgili birçok ayrıntıyı ifade etmede kullanılan bir dizi kelime (haleka, ceale, sevva, savvere, fatara, nebete, benea, kada, emr, kadr) bulunmaktadır. İnsan ve toplum bilimlerinin uğraştığı konularla ilgili birçok kelime de (ruh, nefs, heva, kavm, ümmet, din, millet) bulunmaktadır. Bu kelimeler Kitap’taki kavramsal yapıları içinde, geleceğin en gelişmiş teorilerinin temel kavramlarını oluşturacaktır. Kur’an’da bu konuyla ilgili gördüğümüz şu ayetleri hatırlamak aydınlatıcı olacaktır:

“Görmedin mi Allah, nasıl bir benzetme yapmıştır: Güzel bir kelime (=kelimetün tayyibe) kökü yerde sabit, dalları semada olan güzel bir ağaç gibidir.”
“[O ağaç] Rabbinin izniyle (= bi izni rabbiha) her zaman meyvesini verir; Allah insanlara öğüt almaları için böyle benzetmeler yapar.”
“Kötü bir söz de (= kelimetün habise), gövdesi yerin üzerinden koparılmış, tutunacak yeri olmayan (= ma leha min karar) kötü bir ağaca benzer.” (İbrahim Suresi 14/24-26)

İşte bu şartlarda çağımız müslüman bilim adamlarına çok önemli bir görev düşmektedir: Gerçekliğin Kur’an’daki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde algılanmaya çalışılması, anlaşılması ve ifadesi. Böyle bir araştırma programının başarıya ulaşması için yapılması gereken işleri şöyle sıralıyabiliriz:

1) İlgilenilen bilim dallarının (fizik, kozmoloji, biyoloji, v.s.) mantıksal, matematiksel ve teorik yapısının dikkatle incelenmesi.
2) Bilim felsefesi: Bu bilimlerin temel kavramlarının bunlarda geliştirilen teorilerde nasıl kullanıldığının incelenmesi.
3) Kur'an'daki kavramların gramerlerinin (kullanım çerçeveleri ve yapılarının) tedkik edilmesi. (Mesela Kur'an'da yaratılış ile ilgili bir düzineden fazla kelime bulunmaktadır, fakat bu kelimelerin, yaratılışın hangi yönlerini veya safhalarını anlatmada kullanıldığı bu güne kadar hala araştırılmamıştır.)
4) İlgili bilim alanına giren, göklerde ve yerde meydana gelen olayların önce bu kavramlar çerçevesinde genel bir yapı içinde anlaşılmaya çalışılması.
5) Sonra da bu kavramsal yapı üzerine gerekli mantıksal ve/veya matematiksel yapılar kullanmak suretiyle, formel teorilerden başlayarak basit fakat tutarlı yeni teoriler geliştirilmesi.
6) Geliştirilen bu formel teorilerin mevcut teorilerle açıklanmaya çalışılan olayları daha tutarlı ve daha tafsilatlı olarak açıklayacak şekilde genişletilmesi.

Bunlar yapılmadığı takdirde müslümanların bilimde hiçbir yeni veya orijinal teori geliştirmeleri mümkün olmayacak ve yukarıda sıralanan bu işleri müslümanlar yapmadıkları takdirde bunu bir gün mutlaka başkaları yapacaktır.

------------- ek

Birincisi, ilgilenilen bilim dalındaki (fizik, kozmoloji) teorik yapıyı, bu yapının temel kavramlarını ve bu bilimin felsefesini iyi bilmek gerekiyor.

İkinci olarak, Kur’an’da o bilim konusuyla ilgili kelimeleri bulmak ve bunların Kitap’taki gramerini dikkatli bir şekilde incelemek gerekiyor.

Üçüncü adımda, mevcut teoriyi Kitap’taki bu kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı ile karşılaştırıp bu yapı içinde manalandırmaya çalışmak.

Kitap’taki kelimelerin meydana getirdiği kavramsal yapı içinde yeni teoriler geliştirmek.

Dikkat edilirse, bu program çerçevesinde yapılan iş Kitab’ı, kökleri havada kalan birtakım teorik terimlerle anlamaya çalışmak değil, teorileri Kitab’ın kelimeleriyle anlamaya ve yeniden kurmaya çalışmaktır. Geleceğin en gelişmiş teorileri işte bu kelimeler üzerine kurulacaktır. Görüleceği gibi, burada müslüman bilim adamları için büyük bir imkan ortaya çıkmaktadır. Eğer müslümanlar bu imkanı değerlendirmezlerse, başkaları mutlaka bunu değerlendirecektir.
-----------
***

Demek oluyor ki, göklerdeki nizam ile Kur’an-ı Kerim arasında hakk (= gerçeklik) kavramı arasında yakın bir alaka var. Bu alakayı şu şema ile gösterebiliriz:

***

Bu çalışma, çok önemli bir konuda uzun zamandır, hatta genel çerçevesi itibariyle de birkaç yüzyıldır eksikliği hissedilen, ve konusunda vukuf sahibi olarak ülkemizde yetişmiş olan ilk ve nadir bir ilim adamı, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre tarafından hazırlanmış çok önemli bir araştırmanın başlangıcını oluşturmaktadır.

Prof. Özemre, konuya başlangıç olarak, temelde fizik olmak üzere Tabiat İlimleri olarak adlandırılan fizik, kimya biyoloji, astronomi gibi bilimlerin birçok açıdan sağlam bilgi sahibi olmadan “İlmi Kur’an Tefsiri” adı altında Kur’an-ı Kerim’i yorumlamaya girişenlerin ciddi kavram kargaşalarına, yanlış anlamalara ve İslam’a aykırı beyanlara yol açtığını görerek bu hataları ortaya çıkarmak amacıyla bu çalışmayı yaptığını ayrıntılarıyla bildirmektedir. Gene başlangıç bölümünde, son iki yüzyılda ortaya çıkmış olan Kur’an tefsirinde modernist akımları ve bunların amaç ve metotlarını oldukça sistematik bir şekilde özetlemektedir.

İkinci Bölüm’de de ilim kavramına, gözlem, deney ve tefekkür (sistematik düşünme) kavramları ile alakaları çerçevesinde açıklık getirilmekte ve bu kavramın genel çerçevesi içinde pozitif ilim kavramı tarif edilmekte ve bunun sınırları da bir dizi metodolojik ve felsefi açıdan ayrıntılı bir şekilde ortaya konmaktadır. Bu bölümde üç sayfa içinde özet fakat daha önce herhangi bir eserde görmediğim sistematik bir yaklaşım içinde bilgiler verilmektedir. Makaleyi baştan sona olduğu gibi, bu bölümü de büyük bir dikkatle, satırların altını çizerek ve bütün anahtar kelimeleri işaretleyerek okudum. Bu makalede yazılanların “Kur’an ve Bilim” konusunda çalışma yapmak isteyen herkes tarafından iyice anlaşılmış ve hazmedilmiş olması gerektiği kanaatine vardım. Bu bölümde sormak için işaretlediğim iki husus oldu. Bunlardan biri, 7. sayfadaki tabiat ilimlerini karakterize eden prensiplerden determinizm ilkesi ile ilgili idi: Kuantum mekaniğinde bu prensibin her zaman, özellikle fotonlarla parçacıkların etkileşimlerinde geçerli olmadığı, ve bu tür etkileşimlerde Heisenberg’in belirsizlik presibinin geçerli olduğu. Bu hususun, makalenin sınırlı hacmı dolayısıyla ele alınmadığını düşünüyorum.

Diğeri ise fiziksel realite kavramı. Bildiğim kadarıyla, batı düşüncesinde özellikle Kant’tan beri daha da derin bir şekilde, klasik ve modern fizikte gerçeklik kavramının yerini varlık (= existence) kavramı almış bulunmaktadır. Dolayısıyla da özellikle modern fizikçiler “geçeklik” kavramına başvurmaya ihtiyaç duymadan teorilerini geliştirmişlerdir. Fakat son yıllarda bilimsel teorilerin gerçeklikle alakasının gerekli görülmeyişinin eksikliğini hisseden bazı batılı fizikçiler, ki bunlardan biri Yahudi asıllı İngiliz fizikçisi David Deutsch’tur, bu kavramı tekrar fizik literatürüne sokmaya çalışmaktadırlar.1 Fakat bunu yaparken teorilerini bu kavram üzerine kurmak yerine, “teoriye göre” bir gerçeklik tanımı getirmeye çalışmaktadırlar. (Mesela Deutsch, Kuantum Mekaniği’nin “çoklu dünyalar” yorumuna dayanan bir gerçeklik kavramı geliştirmeye çalışmaktadır.)
------
1 Bakınız: Deutsch, D. (1998). “The Fabric of Reality”. Penguin Books.

Makalenin gene bu bölümündeki tabiat ilimleri ile metafizik arasındaki ayırım konusunda anlatılanları da çok önemli görüyorum. Gene bu bölümde tabiat ilimlerinin temelindeki temel kabuller (dogmalar) da açık ve net bir şekilde ifade edilmiş bulunuyor. Bunlar ortaya konulduktan sonra hakiki ilim adamları tarafından takip edilen ilim ahlakının temel prensipleri gene açık bir şekilde formüle ediliyor. Bu prensipleri tanımayan ve bunların ihlal edilmesine göz yuman toplumlarda ilmi gelişme açısından ne gibi büyük siyasi hatalar meydana geldiği tarihteki bazı örnekleriyle birlikte gözler önüne seriliyor.

Bu bölümde diğer yandan da bilimle dini birbirine karıştırmanın yanlışlıkları sıralanıyor ve batılı bazı bilim adamı ve felsefecilerin, bilim kavramını din kavramının yerine oturtma çabaları da tarihi örneklerle anlatılıyor. Buna karşılık tabiat ilimleri konusunda sistematik bir eğitimi olmayan bazı müslümanların da teorik kavramları dini kavramların yerine ikame etme çabaları ve bunun sonunda ortaya çıkan tiraji-komik durumlar da müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor.

Bu bölümüm sonlarında ise daha sonraki bölümde anlatılanlara esas olacak bazı temel kavramlar ayrıntılı bir şekilde tarif ediliyor ve bu tarifler örneklerle açıklanıyor. Bahsedilen kavramlar, tabiat ilimleri çerçevesinde yapılan faaliyetler sırasında ilim adamları arasında öncelikle kendi aralarındaki bilgi alışverişi ve açıklamalar için geliştirilen araçları ifade eden teori, model ve senaryo kavramlarıdır. Burada özellikle model ve senaryo kavramları tafsilatlı bir şekilde ve bilim tarihinden verilen örneklerle açıklanmaktadır. Senaryolar üzerine verilen örneklerde, birçok bilim adamı ve felsefeci tarafından bile yanlış olarak “Evrim Teorisi” ve “Büyük Patlama Teorisi” diye isimlendirilen “teorilere” aslında “senaryolar” denilmesi gerektiği, senaryo kavramına getirilen ayrıntılı tarif ve açıklamalarla ortaya konmakta ve bu alanda sürekli yapılan kavram karışıklığına da böylece son verilmektedir. Bu husus da bilim felsefesi açısından bu çalışmanın getirdiği önemli yeniliklerden biri olmaktadır.

Bu bölümü okurken, “burada teori ve model kavramları arasındaki ilişki de açıklığa kavuşturulsaydı daha iyi olurdu,” diye düşündüm. Ancak, makalenin konusunun senaryolarla daha yakından ilgili olduğunu göz önünde bulundurarak, bu kadar yoğun bir çalışmada bunun ele alınmamış olmasını tabii karşıladım. Fakat ileride yapılacak daha geniş bir çalışmada bu konu üzerinde de durulması yerinde olacaktır kanaatindeyim.

Makalenin Üçüncü bölümünde metod, tefsir ve te’vil kavramları tarif edilmekte ve yapılan tarifler örneklerle de açıklanmaktadır. Dördüncü bölümde ise Kur’an’daki müteşabih ayetler karşısında gene Kur’an’da bu konuyla ilgili Al-i İmran suresinin 7. ayetindeki bir ifade hatırlatılarak ilimde rüsuh sahibi olunmadan bunların te’viline kalkışmanın getireceği hatalar üzerinde durulmaktadır. Bu bölüm, “ilmi tefsir” çatısı altında yapılmak istenecek bütün faaliyetlere ışık tutacak veciz bir cümleyle son buluyor: Tabiat ilimlerinin izafi sonuçlarını Kur’an tefsirlerine karıştırmak isabetli, temkinli ve objektif bir tutum olmadığı gibi, tehlikelidir de.

Beşinci bölümde astronomi, astrofizik, kozmoloji ve kozmogoni bilimlerinin amaç ve ilgi alanlarına göre tarifleri ve sınırları çiziliyor. Bu ilim ve araştırma alanları, teorik veya spekülatif kavram ve açıklamalarının “ilmi tefsir” iddiasındaki çalışmalarda yer alması dolayısıyla bu bölümde ayrıntılı olarak ele alınıyor. Özellikle de kozmoloji ve kozmogoninin dayandığı temel prensipler ve faraziyeler açık ve net ifadelerle ortaya konarak bunların geçerlilik dereceleri tartışılıyor. Kozmoloji, matematiksel ve fiziksel kozmoloji olarak metodoloji açısından iki ayrı araştırma alanı olarak ele alınıyor. Evrenin şimdiki durumu ve geleceği hakkında açıklamalar getirme amacındaki fiziksel kozmoloji ve evrenin yaratılışı konusunda açıklamalar getirmeyi amaçlayan kozmogoninin ilmi bir yapıya değil, daha çok spekülatif bir yapıya sahip oldukları ifade ediliyor. Kur’an’daki bazı ayetleri bunlara dayanarak açıklamanın da bu yüzden isabetli olmayacağı örneklerle anlatılıyor.

Sonuç bölümünde Kur’an-ı Kerim’in esas gayesinin insanlara hidayet (yol gösterici) ve rahmet olması (Nahl suresi 16/64) hatırlatılarak, onun fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat bilimlerinin aracılığıyla açıklanmaya çalışılmasının yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Gene daha önceki bölümlerde verilen bilgiler çerçevesinde, Kur’an ayetlerinin henüz ilim hüviyeti kazanamamış araştırma alanlarında geliştirilen senaryoların kavramları ile açıklamanın ne kadar yanlış ve temelsiz bir çaba olduğu ifade ediliyor. Hele bunu tabiat ilimlerinde hiçbir vukufu olmayan kişilerin yapmaya kalkmasının saçmalık derecesine varan hatalara yol açtığı bazı müşahhas örnekleriyle ortaya konuyor. Sonuç bölümünün önemli tesbitlerinden biri de fizikçilerin anladığı dar çerçeveli fiziksel realite kavramı ile Cenab-ı Hakk’ın nezdinde olan Nihai Gerçeklik arasındaki farka işaret edilmesidir.

Yazımın başlangıcındaki düşüncelerimi burada da tekrarlamak istiyorum. Bu makale kendi alanında bu kadar vukufla ele alınmış, bir örneği belki de dünyada bulunmayan çok önemli bir çalışmanın ürünüdür. Ümidim odur ki Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre bu çalışmasını yakında bir kitap haline getirir ve bütün ilim dünyasının istifadesine sunar, ve bu çalışması da hakettiği maddi ve manevi desteği bulur.

Bilim Felsefesi

BİLİM FELSEFESİ

Kelimeler: gerçeklik, fizik, araştırma, teori, model, hipotez, gözlem, deney, araştırma projeleri, araştırma geleneği.

Bilim Felsefesi Nedir?

Bu gün geçerli genel felsefi anlayış içinde kabul edilebilecek en genel tarife göre bilim felsefesi, bilimsel araştırma faaliyetleri çerçevesinde geliştirilen teori ve hipotezlerle gözlemlenen olaylar arasındaki ilişkileri inceleyen bir felsefe dalıdır.

Bilimsel araştırmalarda geliştirilen teorilerin üç önemli fonksiyonu vardır: 1) Bilim adamları arasında, incelenen olaylarla ilgili ortak bir kavram sistemi ve lisan oluşturmak, 2) Olayları bu lisanın kavramları ile sistematik bir şekilde açıklamak, 3) Teori çerçevesi içinde kalan fakat daha önce karşılaşılmamış veya gözlemlenmemiş olaylar hakkında öngörüler (prediction) yapabilmek.

Bilim felsefesi, evrende meydana gelen astronomik ve fiziksel olayları sistematik bir yapı içinde anlamak ve açıklamak için geliştirilmiş olan teorilerin hipotezlerinin olaylarla karşılaştırıldıkları zaman ortaya çıkan problemlere çözüm arama çalışmaları ile başlamış olan bir faaliyettir.

Bilim felsefesinin özellikle son iki yüzyıl içinde ortaya çıktığına dair yanlış bir anlayış mevcuttur. Halbuki bu alanda, bir teorinin yeni gözlemler yapılarak olaylarla karşılaştırılması şeklindeki ilk ciddi faaliyet müslümanlar tarafından başlatılmıştır. Daha Abbasiler zamanında, Beyt-ül Hikme'nin gelişmesinde büyük rolü olan halife El-Me'mun (M. 813-833) tarafından, zamanın matematikçi ve astronomi bilginlerinin de içinde bulunduğu bir heyet, Batlamyus'un (Ptolemy) astronomi kitabındaki verilerle Hintli bir astronomun kitabindaki verilerden hangisinin gerçeğe daha uygun olduğunun araştırılması için Bağdat'ın kuzeyindeki Sincar vadisinde gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu heyet birkaç ay süren astronomik gözlemlerden sonra Batlamyus'un yıldızların ve diğer gök cisimlerinin pozisyonları ile ilgili olarak verdigi bilgilerin gerçeğe daha uygun olduğunu tesbit etmişti.1

Batlamyus'un astronomik öngörülerinin dayandığı modeline İslam bilginlerinden ilk tenkidler, Beyt-ül Hikme astronomlarından Sabit bin Kurra (834-901), ve optik alanındaki çalışmalarıyla da ünlü bir bilgin olan ve Mısır'da yaşamış olan Ibn Heysem (965-1051) tarafından gelmişti2. Ibn Heysem'in "Astronomi Üzerine" isimli eserinde şu ifadeler bulunmaktadır:3

"... Batlamyus'un tamamen soyut olarak tasarladığı dairelerin ve hayali noktanın hareketlerini aynı hareketleri taklid eden küre veya düzlemsel yüzeyler üzerine yerleştireceğiz. Böylece de daha hassas ve anlaşılması kolay bir model oluşturacağız...Bizim ispatlarımız, bu ideal noktayı ve bu hayali daireleri kullanan ispatlardan daha sade olacaktır..."

Endülüs'te ise İbn Tufeyl (ö. 1185) daha da ileri giderek Batlamyus'un kullandığı eksantrik (merkezi bir doğru parçası üzerinde gidip gelen) ve episaykıl (merkezi daha büyük bir daire çemberi üzerinde hareket eden) daireler olmayan yeni bir astronomi geliştirmeye çalışmıştı. 4

Fakat Batlamyus'un eksantrik ve episaykıl daireler ile gök cisimlerinin hareketlerini açıklayan modeline en sistematik eleştiri, gençliğinde hocası İbn Tufeyl ile Merakeş'te astronomik gözlemler yapmış olan büyük İslam düşünürü İbn Rüşd (1126-1198) tarafından yapılmıştır. İbn Rüşd, Batlamyus'un modelinin gerçeklere uymadığını, çünkü buna dayanarak gök cisimlerinin hareketlerini taklit edecek bir modelin geliştirilmesinin imkansız olduğunu, dolayısıyla yeni bir astronomi teorisinin mutlaka geliştirilmesi gerektiğini açık bir şekilde öne sürmüştür: 5

"Matematik bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne sürdükleri prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir takım sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş oluyorlar.”

İbn Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya koyduğu fizik prensipleri olmalıydı: 6

"Şu halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki, gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus, astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve eksantrikler [fizik prensipleri açısından] mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse, zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."

İbn Rüşd, hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan bir teori için 'zevahiri kurtarmak' tabirini kullanıyor.

Bilim felsefecisi Pierre Duhem (1861-1916) ise burada İbn Rüşd'ü, Batlamyus ve onun gibi düşünen Eski Yunan astronomlarının yaptığı işin mahiyetini ve gayesini iyi anlamamış olmakla vasıflandırıyor ve bir bilimsel teoriyi destekleyen hipotezlerin doğru olmasının, yani gerçeklere uymasının gerekmediğini söylüyor. Bilim adamı için, teoriye göre yaptığı hesapların gözlemlerle uyuşmasının - gene kendi ifadesiyle 'olayları kurtarmasının' - yeterli olduğunu ifade ediyor. 7

Fakat İbn Rüşd’ün yukarıdaki sözleri başta öğrencisi El Bitruci (1200’ler) olmak üzere Endülüs’te ve Doğuda Meraga rasathanesinde Tusi (ö. 1274) gibi gökbilimciler tarafından İslam dünyasında yeni astronomi çalışmalarının başlamasına yol açmıştır. Bu şekilde İbn Rüşd, bilim tarihinde ilk defa, bilim felsefecisi Lakatos’un deyimiyle bir "araştırma programı"nın başlatılmasına öncülük etmiştir8. Yeni astronominin kuruluşu da, Tusi’nin çalışmalarını incelemiş olan Kopernik (1473-1543) tarafından tamamlanmıştır.9 İbn Rüşd’ün bu konudaki ısrarcı görüşleri olmasaydı, yeni astronominin gelişmesi daha ne kadar sürerdi, bunu düşünmek gerekiyor.

Buna rağmen Duhem'in bilimsel teoriler hakkındaki görüşleri daha sonra gelen bilim felsefecileri tarafından da kabul görmüştür. Ne mantıksal pozitivistler, ne onları eleştiren Popper, Kuhn ve Feyerabend gibi felsefeciler Duhem'in bilimsel teorilerle gerçeklik arasında bir ilşiki olmasının gerekmediği konusundaki görüşlerine bir itirazda bulunmamışlardır. Mantıksal pozitivistlerin sağlanabilirlik (verifiability) ve Popper'in yanlışlanabilirlik (falsifiability) kriterleri ile Kuhn'un relativist ve Feyerabend'ın çoğulculuk prensipleri Duhem'in savunduğu bilim anlayışıyla çelişmemektedir.

Bu anlayış geçtiğimiz yüzyılda bilim adamları tarafından da benimsenmiş ve 20. Yüzyıl fiziği büyük ölçüde bu bilim anlayışı üzerinde gelişmiştir. Fakat daha 20. Yüzyılın ilk yarısında, halen fiziğin en gelişmiş ve en başarılı iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ile Kuantum Teorisi'nin, dünyanın en iyi fizikçilerinin yarım yüzyılı aşan bütün çabalarına rağmen birleştirilememiş olması, bu meselenin temelinde mevcut fizik teorileriyle gerçeklik arasındaki uyuşmazlığın bulunduğunu düşündürmektedir. Bu da ayrıca ciddi olarak araştırılması gereken ve uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir konudur.

------
1 Demirci, M. (1996). "Beyt-ül Hikme". İnsan Yayınları. İstanbul, s. 128.
2 Bu konudaki referanslar için bakınız:
- Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University of Chicago press, s. 26.
- Huff, T.E. (1993) "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 56.
3 Duhem, P. (A.g.e.), s. 27.
4 Duhem, P. (A.g.e.), s. 29.
5 Duhem, P. (A.g.e.), s. 30.
6 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.
7 Duhem, P. (A.g.e.), s. 31.
8 Huff, T.E. (1993), "The Rise of Early Modern Science: Islam, China and the West." Cambridge U.P. s. 54-61.
9 Kopernik’in, Tusi’nin çalışmalarından nasıl faydalandığı konusunda bilgi için bakınız: Huff, T.E. (A.g.e.), s. 55-58.

31.8.07

DOĞU-BATI

DOGU-BATI MAKALESİ

KAVRAMLAR ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER

1. Giriş

Bu yazımızın amacı günümüzde siyaset ve kültür dilinde müşahade ettiğimiz tiraji-komik kavramsal çekişmenin ardındaki gerçekleri soruşturmaktır. Çoğu zaman küçük ve önemsiz, hatta anlamsız gibi görünen çatışmaların arkasında ekonomik çıkarların, bunların gerisinde de kültürlerin, hayat tarzlarının ve medeniyet anlayışlarının çatışması yatmaktadır.

2. Kavramlar ve Sloganlar

Bir toplumda düşünen insanların görevi, yaşadıkları toplumun hiçbir meselesi yokmuş gibi davranmak değil, bu tür çatışmaların arkasındaki gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır. Diğer bir çok karmaşık hayat probleminin çözülmesinde olduğu gibi, kavramsal problemler de, herşeyden önce açık ve net bir şekilde ortaya konulmalı, yani peoblem tanımı iyi yapılmalıdır. Bütün felsefi problemler kavramsaldır (L. Wittgenstein), ama her kavramsal problemi felsefi problem sanmak yanlıştır. Kavramsal problemleri felsefi, kültürel ve siyasi olmak üzere farklı sınıflar altında incelemek gerekir. Örnek olarak, modern fizikteki dalga-parçacık problemi felsefi bir problem sayılabilir. Bu durumda da bu problemin modern fiziğin temel kavramları çerçevesinde, veya bundan daha genel bir kavramsal çerçevede ele alınıp değerlendirilmesi beklenebilir.

Siyasi, amaç veya görüş farklılıklarından ortaya çıkan kavramsal problemler ise ilgili siyasi ortamın ve bunun gerisndeki kültür ve hayat tarzı faklılıkları çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu demektir ki siyasi arenada kavramsal anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması veya kalıcı bir çözüme kavuşturulması, ancak bunların üç ayrı düzlemde (ele alınıp) ayrı ayrı çözüme kavuşturulmasıyla mümkündür. Yani kavramsal çatışmanın ortadan kaldırılması isteniyorsa, siyasi amaç çatışmasının, ve bunun da çözüme kavuşturulması için kültürler veya hayat tarzları arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması gereklidir.

3. Sağlıklı Toplum Hasta Toplum

11. yüzyılda Endülüs’te yaşamış olan müslüman düşünür İbni Bacce “Tedbir-ül Mütevahhid” isimli çok orijinal bir eserinde sağlıklı ve hasta toplumları incelemiş ve bir toplumun sağlıklı sayılıp sayılamayacağı ile ilgili bazı hususlara dikkat çekmiştir. Ona göre hasta bir toplumun en göze çarpan iki alameti nüfusuna göre mahkemelerindeki dava sayısının, ve hastanelerindeki hasta sayısının fazla olmasıdır. Bu eserinde İbni Bacce devam ederek, hasta bir toplumda düşünen insanların nasıl yaşaması ve neler yapması ve yapmaması gerektiği konusundaki düşünce ve tavsiyelerini de ortaya koymaktadır.

Günümüzün kazandırdığı bilgiler çerçevesinde toplumları genel olarak zekanın üç bileşeni kabul edilen

• algılama,
• düşünme ve değerlendirme
• eylem

bileşenleri cinsinden değerlendirebiliriz. Toplumsal hastalıklar, bu fonksiyonlarındaki bozukluklar şeklinde ortaya çıkar. Algılama bozuklukları olan toplumlarda haber kaynaklarının yetersiz kalması ve hatta dejenere olması, yanlış mesaj aktarımı, mesaj filtreleme ve yönlendirme davranışları içinde olması, buna karşılık güvenilir haber kaynaklarının yetersiz kalması bu toplumsal hastalığın sebeplerinden bazılarıdır.

Algılamasını iyi yapamayan toplumların doğru düşünmesi, doğru planlar yapabilmesi, ve doğru kararlar alıp uygulayabilmesi imkansız olur. Klasik devlet anlayışındaki yasama / yargı / yürütme fonksiyonları toplumun sadece düşünme, değerlendirme ve eylem fonksiyonlarını ilgilendirmektedir. Dolayısıyla iktidarı bu üç unsurdan ibaret saymak büyük bir hatadır.

Düşünme ve değerlendirme bir toplumun birçok kesimlerinin faaliyetlerini gerektirir. Bilim, kültür, sanat, siyaset, yargı ve adalet kurumları bu faaliyetlerin odaklandığı yerlerden bazılarıdır.

Algılama ile düşünme ve değerlendirme arasındaki yakın münasebet zeki bir toplumun asla ihmal etmemesi gereken bir öneme sahiptir. Bu günün toplumlarında algılama fonksiyonlarının önemli bir kısmını basın-yayın yerine getirmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde basın-yayının iktidarları değiştirdiği birçok örnekleriyle bilinmektedir. Bu yüzden, neredeyse yüzyıla yakın bir süredir siyasi literatürde basın-yayın için “dördüncü kuvvet” ifadesi kullanılmaktadır. Hatta basın-yayının bu özelliği bazı gelişmiş ülkeler tarafından az gelişmiş ülkelerin gelişmelerini kontrol etmede etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

4. Sloganlar ve Mesajlar

Siyasi çatışmalar bazan sloganlar savaşı şeklinde kendini gösterir. Bu durumda her bir slogan bir mesaj olarak algılanabilir. Ancak buradaki mesajın enformasyon teorisinde mesajlardan farklı bir tarafı vardır. Enformasyon teorisine göre, mesajın anlamlı olması için şunların olması gerekir: 1) Mesajın kaynağı, 2) Mesajın yayıldığı ortam, ve 3) mesajın alıcısı. Gene bu teoriye göre bir mesajın taşıdığı bilgi miktarı nesajı gönderene veya onu taşıyan ortama göre değil, alıcısında meydana getirdiği sürpriz (şaşkınlık) derecesine göre ölçülür.

mesajın taşıyıcı ortam mesajın
kaynağı --------------------- > alıcısı

Mesajın, enformasyon teorisindeki gibi, sadece alıcısı açısından değerlendirilmesi eksik, ve dolayısıyla yanlış olur. Mesajın kaynağının (amaçlar, vasıtalar, mesajın dili, v.s.) açılardan incelenmesi gerektiği gibi, mesajı taşıyan ortamın da yakından incelenmesi gerekir. Eğer taşıyıcı sadece maddi bir ortam (yani elektronik, optik, sesliyayıcı) ise, ortamdan kaynaklanabilecek intikal (= iletim) bozuklukları (parazitler, vs.) hesaplanabilir.

Eğer bir mesaj, kaynağından gelen şifreli birtakım işaretler ihtiva ediyorsa, ve kaynağın bunlarla alıcıyı saptırmak gibi bir amacı olduğuna dair bir delil yoksa şifreliişaretlerin mutlaka bir anlamı olması gerektiği düşünülebilir.

Ama eğer, mesajı taşıyan insanlar veya insan grupları ise, bunların kendi amaçları, bilgi ve kültür seviyeleri, güvenirlik dereceleri, mesajın kaynağından alıcıya ulaşırken değişim geçirip geçirmediği açısından çok önemli olur. Günümüzde bazı gazetelerin, radyo ve TV kanallarının mesajları nasıl çarpıtıp saptırarak alıcıya ilettiğini, hatta nasıl bizzat çarpık ve sapık mesajlar üretebildiklerini gözlerimizle görebiliyoruz. Bu sebeple, önemli mesaj alış-verişlerinde mesajın gerçek kaynağının kim olduğu ve kaynağından çıktığı gibi alıcıya ulaşıp ulaşmadığı çok önemlidir.

Demek ki, siyasi çatışmalarda mesajın gerçekte ne anlama geldiği ve ne tür bilgi taşıdığı, sadece alıcısına göre değil, mesajı taşıyan ortama, ve daha da önemlisi mesajı gönderen, yani yayınlayan kaynağa da bağlıdır.

Bundan ayrı olarak, çok mesajlı ortamlarda mesajların öncelik sırasının seçimi de önemlidir. Normal bir toplumda önemsiz sayılabilecek bir olay hasta bir toplumda öncelik sırasının başında yer alabilir.

Siyasi çatışmalarda mesajlar çok çeşitli amaçlar taşıyabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Alıcıyı bilgilendirmek,
2) Alıcıyı motive etmek,
3) Alıcının kafasını karıştırmak,
4) Alıcıyı tesirsiz hale getirmek,
5) Alıcıyı tahrik etmek,
6) Alıcıyı gerçek problemlerden uzaklaştırmak,
7) Alıcıyı yanıltmak.

Bazı mesajlar aynı anda birkaç değişik tür alıcı üzerinde farklı etkiler meydana getirilmesini amaçlayabilir.

5. Durum Tesbiti ve Çözüm

Çatışma konusu olabilen kavramların ve sloganların birer mesaj olarak değerlendirilebileceğini ifade ettikten sonra bunların, toplum içindeki alıcıları ne yönde etkilemeyi amaçladıklarını tesbit edebilmek için neler yapılmalıdır, sorusuna geçebiliriz. İlk olarak her meselenin çözümünde uygulanabilecek şöyle bir dörtlü plan uygulayabiliriz:

1) Durum tesbiti,
2) Durum değerlendirmesi,
3) Alternatif çözümlerin formüle edilmesi,
4) Çözümlerin değerlendirilmesi ve çözüm seçimi.

Durum Tesbiti

Bütün problemlerde olduğu gibi, kavramsal çatışma problemlerinde de çatışmaya konu olan şartların sağlıklı bir şekilde anlaşılması gereklidir. Durum tesbiti iyi yapılan bir problemin çözümü de çözümsüzlüğü de yarı yarıya kendini gösterir. Durum tesbiti içine kavramsal analiz, mesajın kaynağının tesbiti, bu kaynağın muhtemel amaçlarının sıralanması, mesajın ortamı ve yayılış biçimi, ve mesajın muhatabı olan kişilerin (alıcıların) halihazırdaki eğitim, kültür ve ekonomik durumları gibi konular girer.

Durum Değerlendirmesi

Durum değerlendirme bir analiz olarak ele alınabilir. Tesbit edilen durumdan geriye ve ileriye dönük sonuçlar çıkarmak için yapılır. Durum değerlendirmesinde tesbit edilmiş olan durumun bütün unsurları teker teker ve bir arada ele alınır, ve bu değerlendirme, sözkonusu mesajın gerçek anlamının, gerçek amacının, hedef alıcıların ve bunlar üzerindeki beklenen etkilerin ne olabileceği, ve bu etkiler sonucu ortaya çıkacak davranış ve olayların neler olabileceğini tesbit etmek için yapılır.

Çözümlerin Formüle Edilmesi

Bu safhada, önceki iki safhada yapılan problem tanımından hareketler, alternatif çözüm yolları formüle edilir.

Çözümlerin Değerlendirilmesi ve Çözüm Seçimi.

Bu safhada da, tesbit etilmiş olan alternatif çözüm yolları birer birer ele alınarak her birinin muhtemek kazanç ve kayıpları hesaplanır. Ayrıca bunların uygulanabilirlik süreleri de hesaba katılarak “sınıflandırma” yoluyla en uygun çözüm seçilir.

6. Medeniyet Meselesi

Türkiye bugün, Osmanlılar dönemindeki “Medeniyetler Uzlaşması” ülkesinden bir “Medeniyetler Çatışması” bölgesine dönüştürülmektedir. Bu bölgede artık çeşitli eğilimler sürekli monokültürel bir üstünlük kurma mücadelesi içinde görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin monokültürel bir temele dayandırılmış olması çeşitli etnik grupların ve marjinal kültlerin adeta ülke üzerine örtülmüş bir örtü altında çekişmelerinin kaynağını da bu oluşturmaktadır. Bu kültler, enteresandır, asıl kimliklerini gizleyen bir sır perdesi altında faaliyet göstermektedir. Hatta bu sır perdesi, bir bakıma müntesiplerin dayanışmasını da pekiştirmektedir. Masonluk, aleviliğin bazı türleri, bektaşilik ve bazı tarikatler varlıklarını bu gizliliğe ve bunu destekleyen monokültürel devlet yapısına borçludur.

İşte bütün bu gruplar, toplumsal arenada köşe taşlarını kapma yarışında monokültürel zorunluluk dolayısıyla kendilerini tamamen farklı yüzlerle ortaya koymakta ve “yığın” saydıkları halkı kendi kavram ve sloganları etrafında (ama kendi gerçek amaç ve inançları etrafında değil) – toparlamaya çabalamaktadır. 1970’lerdeki kürtçülük hareketinin maocu marksist sloganlar arkasında, günümüzdeki alevi-bektaşi hareketinin kemalist sloganlar arkasında, masonluğun da her zamanki gibi, “çağdaşlık”, “evrensellik”, “globalleşme” gibi loganlar arkasında, ve müslümanlık iddiasındaki bazı cemaatlerin İslam’la bağdaşmayan, hatta putperestliğe varan görüntüler arkasında faaliyetlerini icra etmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu durum, Huntington’un “medeniyetler çatışması”ndan çok, sloganlar arkasında süren etnik amaçlar ve siyasi/iktisadi menfaatler çatışması olarak vasıflandırılabilir. Medeniyetler çatışması olabilmesi için, ortamda en az iki medeniyet anlayış ve iddiasının olması gerekir. Türkiye’deki durum bir Batı ve İslam medeniyeti çatışmasından henüz oldukça uzaktadır, çünkü bu ülkede İslam, bizzat müslümanlar tarafından halen bir medeniyet meselesi olarak algılanmamaktadır. Hatta o kadar ki, öteden beri İslam’ı bir medeniyet meselesi olarak ele almak gerektiğini savunan yazar ve düşünürlerin adı-sanı unutulduğu halde, böyle bir problemi henüz göremeyen camaat önderlerinin isimleri ve eserleri(?) ise baş köşeyi işgal etmektedir.

Büyük medeniyetlere baktığımızda, bunların adeta birkaç temel kavram üzerindeki toplumsal uzlaşmayla kurulduğunu söyleyebiliriz. Eski Yunan, soyut düşünce ve geometrik düzen, Roma, hukuk ve nizam, İslam medeniyeti gerçeklik (= hakk), bilgi (= ilm) ve adalet (= adl) kavramlarıyla teşhis edilebilirler. İslam’ı bu gün bir medeniyet meselesi olarak göremeyen müslümanlar, sonunda ülkedeki diğer etnik kültler gibi iki ayrı yüz ile yaşamak zorunda kalmaktadırlar, ve kendileri için ilahi adalet açısından asıl tehlikenin bu olduğunu da görememektedirler.

7. Medeniyet ve Cemaatler

Medeniyet oluşturmaya yönelik yaklaşımlarla cemaatçi yaklaşımlar arasındaki önemli farkları anlayabilmek için medeniyetlerin yapısını ve ülkemizde de sosyal bir vakıa olarak ortaya çıkmış olan cemaatlerin özelliklerini iyi incelemek gerekir.

Bu gün ülkemizde müslümanların önemli bir kısmının çeşitli cemaatler içinde yer almasının temelinde sosyal ve psikolojik sebepler vardır. Bunlardan bazıları cemaat şuuru ve dayanışması, aidiyet duygusu, güven ve hatta sun’i bir üstünlük duygusu bulunduğu söylenebilir.

Cemaatlerin sosyal gelişmede olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önce bunların olumsuz taraflarını inceleyelim:

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri de cemaat içinde özellikle analitik düşünceyi ve özellikle öz eleştiriyi tamamen ortadan kaldırmalarıdır. Cemaat liderinin, veya manevi liderinin her dediği doğru kabul edilir.

Bu arada, bazı cemaatlerin “büyük mütefekkir”, “asrın yıldızı” gibi ünvanlarla isimlendirdikleri kişilerin eserlerini 11. yüzyıldaki herhangi bir müslüman düşünürün eserleriyle karşılaştırarak değerlendirmek bunlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.

Diğer önemli bir olumusuzluk ise, cemaat içinde cemaat önderlerinin görüşlerini hatasız kabul etmeleri ve bunların dışındaki dışındaki düşüncelere sahip insanları otomatik olarak cemaatten tecrit etmeleridir. Cemaat önderleri aslında aksiyon adamı oldukları halde cemaat tarafından bunların “çağın en büyük düşünürü” olduklarına inanılması ve bu yüzden herhangi bir kimsenin bunları aşamayacağı inancını da beraberinde getirir. Böylece cemaatler içinden büyük düşünür, yazar ve sanatçının çıkması en başından engellenmiş olmaktadır. Cemaatlerin dışında kalan düşünür, yazar ve sanatçılar da her cemaat tarafından “ayrık otu” muamelesine tabi tutulur.

Cemaatlerle ilgili diğer bir paradoks da, bunların, sahip oldukları inançlara apaçık düşmanlık yapmaktan çekinmeyen kişi ve kuruluşlarla daha yakın bir işbirliği içinde olabilmesidir. Bu paradoks “cemaat içi birlik” açısından kolayca açıklanabilir. “Kendisine uzak” cemaatler, cemaat içi birliğe ideolojik tehdit teşkil etmez, halbuki aynı inancı paylaşan kişi ve cemaatler “cemaat içi birlik” açısından tehdit unsuru sayılabilirler.

Cemaat yapısının diğer bir olumsuz yanı ise insanlar arasındaki “birlik” duygusunun öbekleştirilerek parçalanmasıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şudur: cemaatler büyüdükçe cemaat önderi ve müntesipler arasındaki bağlar ve amaçlar şekil değiştirmekte ve şahsi menfaat ve itibar peşinde koşan kimselerin de sürekli katılımı cemaatin dejenere olmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer ilgi çekici bir husus da sıradan insanların, cemaat üyeliğinin verdiği haksız bir üstünlük duygusuyla kendilerinde üstünlük görerek diğer insanlara tepeden bakmalarıdır. “Kollektif cehalet, cehaleti örter!”.

Cemaatleşme, insanlar arasında tabii bir istişare mekanizmasının oluşumunu da engellemektedir. Her cemaatin önderi, kendisinin her şeyi en iyi gördüğünü düşündüğünden diğerleriyle bir araya gelip birbirleriyle danışmaları mümkün olmaz.

Cemaatlerin en çarpıcı yanlarından biri, cemaat içinde düşünceyi, ve özellikle de eleştiriyi ortadan kaldırma eğilimidir. Aslında bu, cemaat şeklinde gruplaşmanın sosyal bir sonucu olarak kabul edilebilir. Cemaat liderinin her dediğinin tartışmasız doğru sayılması ve onun hata yapmaz kabul edilmesi, cemaatin dağılmadan varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez şartıdır. Nitekim, bir cemaat önderinin vefatı, çoğu zaman cemaatın fırkalara ayrılmasına yol açmakta, ve her bir fırka kendi önderinin en doğruyu düşündüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan cemaatleri tek hücreli canlılara benzetmek mümkündür. Hücre bir müddet içinde iki veya daha fazla hücrelere bölünür, ve her hücre (bazan ötekilerin zararına bile olacak şekilde) kendi varlığını sürdürmeye çalışır. Bu hücresel yapı, cemaatlerin tek boyutlu davranışlarını da açıklamaktadır. Bir cemaatin varlık stratejisi ne kadar zekice olursa olsun, tek yönlü olduğu sürece, kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Çoğu zaman, cemaat önderinin şahsi bir meselesiyle veya cemaatiyle ilgili bir konuda baskı altına alınması kontrol için yeterli olabilir. Böyle bir durumda, cemaat de baskılara boyun eğerek önderini takip etmeyi sürdürecektir.

Cemaatlerin bazı olumlu tarafları da vardır. Bunlardan belki de en önemlisi, düzensiz bir toplumda tek tek insanların başaramadıkları bazı işleri (sosyal yardımlaşma, vakıf ve iktisadi teşekküller) cemaat dayanışması içinde başarabilmeleridir.

Bugün dünyada müslümanların önemli bir kısmının cemaatlere ayrılmış olmasının temelinde cemaat şuuru ve dayanışması ve aidiyet duygusu yatmaktadır. Bu duyguların cemaat müntesiplerine sun’i bir güven, ve hatta gerçeklerden uzak bir üstünlük duygusunu da desteklediği söylenebilir. Her cemaatin kendi önderini hata yapmaz kabul etmesi, çoğu zaman da bu inancı destekleyen efsanelerin, hatta hurafelerin cemaat arasında yaygınlaşmasına da imkan sağlar. Özellikle benzer inançlar veya hedefler doğrultusunda biribiriyle rekabet içinde olan cemaatler arasında bu tür hurafeler, cemaatin üstünlüğüne taraftarlarını inandırmada önemli bir rol oynar. Cemaatlerin hücresel yapısının ve tek boyutlu varlık stratejilerinin diğer bir olumsuz yanı da, kendilerine zararı dokunmadığı durumlarda, diğer cemaatlere ve sonuçta aynı inanca sahip diğer insanlara yapılan haksızlıklara kayıtsız kalmalarıdır.

Bütün bu açılardan bakıp bir değerlendirme yaptığımıza şunları görüyoruz: Cemaat yapısında bilgi daima geri plandadır. Bunun sebebi, gerçekliğin “hakk”a göre değil, “cemaat önderine göre” tarif edilmesidir. Bu çerçevenin dışında kalan gerçekler, cemaat için ya hiç yoktur, veya önemsizdir. Böyle sabit, durgun ve kapalı bir gerçeklik anlayışı, elbette cemaatte bilginin gelişmesine ve yaygınlaşmasına imkan vermez. Gerçekliğe ulaşmak, önce o yönde ciddi bir yönelim, ciddi bir motivasyon gerektirir. Cemaatler ise zaten gerçekliğe ulaştıklarını kabul etmiş olduklarından, onlar için artık böyle bir çabaya ihtiyaç kalmamış sayılır. Cemaatlerde “eleştiri”, cemaat yapısına ters bir kavram olduğundan, yeni bilgilere ulaşmanın yolu bu yönden de kapanmış olmaktadır.

Medeniyetler, birbirinden bağımsız fakat birbirini tamamlayan ve destekleyen, ve birbirini kendi alanlarında mükemmelliğe sevkeden müesseseler üzerine kurulur. Bütün medeniyetlerde ortak olan bir özellik mükemmellik arayışıdır. Cemaatler liderin ölümüyle dağılığ parçalanabilir, fakat müesseseler fonksiyonlarını icra ettikleri sürece, kişilere bağlı kurumlar olmadığından toplumların dağılmasını önler ve medeniyetin devamlılığını sağlar; hatta devletler zayıflayıp yıkılsa bile bu devamlılık sürebilir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri buna örnek olarak gösterilebilir. Abbasi devletinin dünyanın en karışık bir bölgesinde 500 yıldan fazla (750-1254) varlığını sürdürebilmesi Beyt-ül Hikme gibi bir bilim merkezini kurmuş ve 200 yıldan fazla devam ettirmiş olmasıdır. Selçuklular da bu gün bile Anadolu’da hemen göze çarpan sağlam bir medrese ağına sahipti. Osmanlılar ise iyi işleyen bir sosyal yapıya ve sarsılmaz adalet müesseselerine sahipti.

Gerçeklik, bilgi ve adalet kavramları birbiriyle çok sıkı bağları olan kavramlardır. Gerçeklik ve bilgi kavramlarından uzaklaşma, adalet kavramının da zayıflamasına yol açar. Bazı cemaatlerin kendilerine dokunmadığı için diğer insanlara yapılan haksızlıklara seyirci kalmaları, hatta kendilerine de zarar gelir endişesiyle haksızlık yapanları teşvik edici beyanlarla desteklemeleri bunlardaki adalet duygusunun ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Adalet duygusunu kaybetmiş toplumların, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler tarih ölçeğine göre kısa sürede çöktüklerini yakın zamandaki örnekleriyle görmüş bulunuyoruz.

Özet olarak, cemaatler aynı tek hücreli bir canlı gibi, kendi içinde belli bir varlık amacına yönelik olarak belli bir süre için başarılı, fakat dış dünyanın etkilerine karşı dayanıksız bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Halbuki sağlıklı bir toplumsal yapı, birbirini destekleyen dokulara sahip çok hücreli bir canlı gibidir. Böyle bir canlıda hücreler ve dokular birbiriyle rekabet için değil, içinde bulundukları canlının dış dünyada varlığını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde faaliyetlerini sürdürürler. Böyle bir canlıda, dokular ve hücreler arasında sürekli bir iletişim, bir mesaj alışverişi vardır. Bu iletişimde her doku nelere ihtiyacı olduğunu, nelerin fazlalık olduğunu hiçbir sansüre yer bırakmayacak şekilde mesajlarıyla gerekli yerlere iletir.

Sağlıklı bir toplumsal yapı, yani medeniyet, sürekli gerçekleri araştıracak müesseselere sahip olan, gerçekleri gizlemeyen, onları çarpıtmadan bireylerine ulaştırabilen, açıkça yıkıcı veya kışkırtıcı ve haksız eyleme dönüşmeyen leştiriye her imkanı sağlayan bir toplumdur. Gerçekliğe (= hakka) önem veren bir toplum tabii olarak bilgiye de önem verecektir. Ancak böyle bir toplum, adaleti gerçeklikle (= hak ile) işleyen bir müessese haline getirebilir. Bu toplumda esas önderler, gerçeklik, bilgi ve adaleti her şeyin üstünde tutan insanlardır. Bunlar adeta o toplumun veya ulusun ruhu gibidirler. Böyle insanları içinde barındırmayan, onları desteklemeyen bir toplum ruhsuz bir toplum demektir ve içinde yaşadığı ülkenin nizam ve huzura kavuşması da mümkün değildir. İçinde huzur ve nizam olmayan bir ülkede insanlar gerçekleri araştırma ve bilgi edinme yerine, geçici dünya menfaati için sürekli bir çekişme içinde boş meselelerle uğraşarak ömür tüketirler.

Islam dünyasının bu gün içinde bulunduğu kaotik durumun temelinde genel manada bir “medeniyet” meselesi yatmaktadır. Bunun da temelinde Islam’ın temel kavramlarına dayalı yeni bir dünya düzeni, yeni bir “Nizam-ı Alem” fikrinin hala oluşturuamamış olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar gerçeklik (= hak), bilgi (= ilm), adalet (= adl) ve nizam (= mizan) kavramlarıdır. Gerçeklik peşinde koşmayı birinci meselesi olmaktan çıkarıp tali meselelerle uğraşan insanlarla yeni bir medeniyet kurulamaz. Çükü gerçeklik (= hak) için her şeyini feda etmeye hazır olmayan insanların üstün bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Bilgisiz bir toplumun da adaleti işleyen bir müessese haline getirmesi mümkün değildir. Adaleti ayakta tutan müesseseleri olmayan bir toplum da hiçbir zaman nizama kavuşamaz, ve dolayısıyla her türlü hırsızlık, yolsuzluk, kaçakçılık, zulüm ve işkence belasından kurtulamaz. Bir toplumda adaletin müessese haline gelmesi adaleti her şeyin üzerinde tutan “adalet aşığı” yargıçların bulunmasına bağlıdır. Bunların olması da o toplumda gerçeklik (= hak) aşığı bilginlerin ve bilgi peşinde koşan insanların bulunmasına bağlıdır. İşte buradan hareketle diyoruz ki, ancak gerçeklik, bilgi ve adaletin aşığı insanlar yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklardır. Bu ideallerin peşinde koşan insanların önderlik ettiği bir toplumda gerçekler yalan haberlerle ve sloganlarla örtülemeyecektir, çünkü bu toplumda bilenler ne pahasına olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir toplumda mahkemeler gerçeklik ve bilgiye dayalı adaletin ayakta tutulduğu mekanlar olacak ve buralarda insanlara bilerek haksızlık yapılmayacaktır. Kanunlar da yönetenlerin keyfine veya menfaatlerine göre değil, gerçekliğe ve bilgiye dayalı olarak düzenlenmiş olacağından, insanlara “yasal haksızlık” da yapılmayacaktır. Bu gün dünyada müslümanlar, birkaç yüzyıldır gerçekliğe ve bilgiye gereken değeri vermedikleri, bunları ihmal ettkleri için her yerde haksızlığa uğramaktadırlar. Hatta bu ihmalleri yüzünden kendilerine yapılan haksızlıkları adeta “hak etmiş” olmaktadırlar.

Müslümanlar ilme sahip çıkmadıkları sürece hristiyanlığın akıbetinden, yani İslam dışı siyasi iktidarlara boyun eğip dinlerini kendi elleriyle bozmaktan kurtulamayacaklardır. Bilgi ancak müslümanların inancını kuvvetlendirir, çünkü bilgi hakkın yani gerçekliğin ifadesi olan herşeydir. Bilgili ve dolayısıyla kuvvetli inanç sahibi müslümanlar siyasi baskı, aşağılık kompleksi ve benzeri zorlamalarla inançlarına ve yaşayışlarına putperestlik karıştırılmasına izin vermezler.

Müslümanların hemen her yönden (adli, siyasi, mimari, sosyal, ve iktisadi alanlarda) hasta bir düzende “şurayı veya burayı ele geçirerek düzeni düzeltmek” gibi bir amaç için kendi kimliklerinden fedakarlık etmeleri doğru bir strateji değildir. En sağlam strateji, toplumda fertlerin kendi kendilerini en bilgili olacak şekilde yetiştirmelerini sağlayan stratejidir. İnsanların eğitim kurumlarına, hatta kütüphanelere girmelerinin bile yasaklanması da dahil, hiçbir mazeret kararlı bir insanın kendisini en iyi şekilde yetiştirmesine engel olamaz. Çünkü Allah, gerçekliği (= hakkı) savunan ve bilgiye (= ilme) sahip çıkanlarla beraberdir, ve onlara yollarını muhakkak gösterecektir.

Bir medeniyetin kurulmasında toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Herkes kendisini, yaptığı meşru işi en mükemmel bir şekilde yapacak şekilde geliştirmeye çalışması gerekmektedir.

Bu dünyada en hazin durumlardan biri de bir ülkede bilginlerin, yazarların, ve sanatçıların etraflarında gerçekleşen olayları doğru algılayıp değerlendirememeleri ve sonunda: “Biz bunların böyle olacağını neden düşünemedik?” demeleridir.

19.8.07

Kur'an ve Hadislerde Kıyamet Günü

Kur’an ve Hadislerde Kıyamet Günü
Dr. Şakir Kocabaş

Özet

Bu çalışmamızda, Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilmiş olan bazı hadislere dayanarak Kıyamet Günü hakkında neler söylenebileceği araştırılmaktadır. Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetler Kitab’ın birçok suresinde bazan bir arada, bazan da ayrı ayrı yer almakta olup kısa tasvirlerle bu konuda çok çarpıcı ve aydınlatıcı bilgiler verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’den Kıyamet Günü konusunda tutarlı ve tafsilatlı bilgi edinebilmek için, konuyla ilgili bütün ayetlerin bir arada göz önüne alınması gerekmektedir, aksi halde bu tasvirler ilk bakışta birbiriyle alakasızmış gibi görünebilirler. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kitap’ta bu ayetlerin surelerde bu şekilde dağıtılmış olmasının bir hikmeti, insanlara çarpıcı bir şekilde, ilerde nelerle karşılaşacaklarını anlatmak, ve hayatlarına buna göre bir yön vermeye yöneltmek; diğer bir hikmeti de, göklerde gördüğümüz mükemmel nizamın süresiz devam etmeyeceğini, ve bunun ansızın yıkılmaya başlayacağını, ve bununla birlikte sona erecek dünya hayatı yerine bambaşka bir hayatın başlayacağını hatırlatmasıdır. Konu ile ilgili hadisler de ilgili ayetler çerçevesinde değerlendirildiği zaman daha tafsilatlı bilgiler vermektedir. Bu çalışmanın Kıyamet Günü konusunda yapılmış olan önceki çalışmalardan farkı, konuyu sistematik bir şekilde, birbirine bağlı olaylar zinciri içinde ele almasıdır. Bildiğimiz kadarıyla bu çerçevede ilk örnek olan ve bu sebeple bazı eksikleri olabilecek bu çalışmamız ileride yapılacak daha dikkatli ve ayrıntılı çalışmalara bir başlangıç olarak görülmelidir.

1. Giriş

“Kıyamet” kelimesi Kur’an’da “k-y-m” fiil kökünden gelmektedir ki bu kelime fiil olarak “dosdoğru olmak”, “ayakta hareketsiz durmak” manalarında kullanılmaktadır. Bazı ayetlerde İslam dini için “din-ül kayyim” sıfat tamlaması “dosdoğru din” olarak çevirebileceğimiz bir şekilde geçmektedir. “Kıyamet Günü” (= yevm-ül kıyame) isim tamlaması ise, sonunda bütün insanların tekrardan yaratılıp Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkartılacağı ve dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri gün için kullanılmaktadır. Kıyamet Günü’nün başlangıcı ayetlerde “Saat’in kaim olduğu gün” (= yevme tekum-us saatu) olarak da ifade edilmektedir (Rum 30/12). Ayetlerden anlaşıldığına göre bu “gün” dünyanın son ve belki de en uzun günü, ve ebedi hayatın başlangıcının ise ilk günü olmaktadır. “Dünyanın en uzun günü” olarak anlaşılması iki şekilde geçerli olabilir: Birincisi, aşağıdaki bölümlerde ayetlerle anlatılacağı üzere, bu “gün”ün korkunç ve dehşet verici bir gün olması ve o günü yaşayacaklar için her saniyesinin adeta aylar ve yıllar süren bir hayattan çok daha yoğun bir şekilde yaşanması olacaktır. İkincisi ise, gene ilgili ayetleri incelerken göreceğimiz gibi, dünyanın son gününün diğer günlerden tamamen farklı, “dünya ve güneş günü” kavramını esastan değiştiren semavi olayların yer alacağı bir gün olmasıdır.

Kur’an’da Kıyamet Günü ile ilgili ayetleri ilmi açıdan ayrıca önemli kılan diğer bir tarafı da bu ayetlerin, ilk bakışta dikkatlerden kaçan bir şekilde, aynı zamanda göklerin yaratılışı konusuna da açıklık kazandırmasıdır. Bu yüzden de ileride “Kıyamet Günü” konusunda yapılacak daha dikkatli bir araştırmanın, mutlaka “Yaratılış” konusunda yapılacak bir çalışmayla birleştirilmesi gerekmektedir. Fakat Kur’an’da “yaratılış” konusu çok kapsamlı, çok dikkatli, uzun ve zahmetli bir çalışmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırmaya da kimler gönüllü olur, bilinmez.

Kıyamet Günü konusuna geçmeden önce göklerdeki nizamın Allah (c.c.) tarafından nasıl oluşturulduğunu ve denge içinde korunduğunu anlamak gerekiyor. Çalışmamızın ikinci bölümünde bu mesele mümkün olduğu kadar kısa fakat anlaşılabilir bir şekilde ele alınmakta, ve göklerdeki nizamın ilk önce ne tür bir etki ile ve nasıl ortadan kalkmaya başlayacağı anlatılmaktadır.

2. Kıyamet Günü ve Saat’in Emri

Kur’anda Kıyamet günü ile ilgili ayetlerden bazılarında “saat” (= saah) ve “saatin emri” (= emr-üs saah) kelimeleri geçmektedir. Türkçede kullandığımız “saat” kelimesi Kur’an’dan ve Arapça’dan dilimize geçmiş olan ve zaman birimi ifade etmede kullandığımız bir kelimedir, fakat Kur’an’daki “saat” kelimesi farklı, ve muhtemelen daha uzun bir zaman birimini ifade etmektedir. Ayetlerdeki “saatin emri” (= emr üs-saah) ifadesi ise gökler ve yerdeki nizamı sona erdirecek olan ilahi bir emri ifade etmektedir. Bunun ne demek olduğunun anlaşılabilmesi için herşeyden önce Kur’an’da emr kelimesinin nasıl kullanılmış olduğuna bakmak gerekmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, özellikle yaratılış ve oluşla ilgili ayetlerde geçen emr kelimesi, bu gün lisanımızda kullandığımız “emir” kelimesinden çok farklı bir kullanım çerçevesine sahiptir. Bu açıklamalardan sonra, şimdi emr kelimesinin ayetlerde hangi çerçevelerde kullanıldığına geçebiliriz.

2.1 Kur’an’da Emr Kelimesi

Kur'anda emr kelimesi göklerin ve yerin yaratılışı, yönetimi ve bunların sona erdirilmesiyle ilgili ayetlerde şu üç genel çerçevede geçmektedir:1

1) Yedi göğe (= semaya) Allah (c.c.) tarafından yaratılışla birlikte vahyedilmiş [veya yüklenmiş] olan ve bunlardaki düzenliliği sağlayan emr. (Biz buna "birincil emr" diyoruz.)

2) Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve göklerde ve yerdeki olayları etkileyen emr. (Buna “ikincil emr” diyoruz.) Allah (c.c.), doğrudan doğruya kendi iznine bağlı olan ve melekleri vasıtasıyla gönderdiği/indirdiği bu emr ile dilediği mekanda mevcut nizamı dilediği gibi değiştirir ve dilerse daha önce görülmemiş olan yepyeni olaylar meydana getirir.2

3) “Saat’in emri” olarak ifade edilen ve göklerdeki nizamı sona erdirecek olan emr.

Şimdi bu üç genel çerçeve içinde emr kelimesinin nasıl kullanıldığının tafsilatına geçebiliriz.

2.2 Göklerdeki nizam: Birincil emr

Emr kelimesinin ayetlerde, “birincil emr” dediğimiz çerçevede kullanımı, Kur’an’da “sahhara” ve “kadr” kelimeleri ile birlikte, göklerdeki nizamın (düzenliliğin) Allah (c.c.) tarafından nasıl gerçekleştirildiği ve korunduğu ile yakından ilgilidir. Bu husus, yedi göğün (semanın) her birine yaratılışla birlikte emrlerinin vahyedildiğini ve göklerin ve bunlar içindeki gök cisimlerinin durumlarının bu emrlerle korunduğunu ifade eden ayetlerle tesbit ediliyor:

"Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)

"Güneş, ay ve yıldızlar O’nun [Allah'ın] emri ile [denge] durumlarını korurlar (= musahharatun bi emrihi)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)

"O'nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durmasıdır (= en tekum es semau vel ardu bi emrihi) ..." (Rum 30/25)

"Allah'ın yerdekileri sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)

Görüldüğü gibi, göklerdeki nizamın kurulması ve korunması Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile gerçekleştirilmiş oluyor. Bu durumda, göklerde meydana gelen bütün olayların (Allah tarafından başka bir müdahale olmadığı takdirde) bu emrlere uygun bir şekilde gerçekleşiyor olması gerekir.

Kur’an’da birincil emr ile ilgili ayetlerden hareketle, göklerdeki nizamın mekan (uzay?) içinde dağılmış olan emrlerin (yönergelerin/ talimatların) etkileşimleri içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumda emr, bütün “oluş”la ilgili çok temel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki birincil emr, sadece herhangi bir mekanın düzenini değil, maddenin de bizzat kendisini meydana getiren bir yönerge (talimat) veya yönergeler dizisidir. İşte bundan da emr kavramının, aynı zamanda “oluş”la çok yakından ilgili bir kavram olduğunu söylememiz gerekiyor. (Zaten birçok ayette “emr” kelimesi, “ol” (= kün) kelimesiyle çok yakın bir alaka içinde geçmektedir. Bakınız: Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82 ayetleri.)

Göklerdeki nizam, Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile tesis edilmiş olduğuna göre şöyle bir düşünce akla gelebilir: Göklere ve dolayısıyla bunlar içindeki sistemlere yüklenmiş olan birincil emrin tam olarak anlaşılması ile, insan, bu sistemler içindeki bütün olayları anlayabilir ve bunlar hakkında eksiksiz bilgi edinebilir, ve böylece de geleceği kesin olarak görebilir. Ne var ki, aşağıda tafsilatıyla açıklayacağımız gibi, mesele hiç de bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedeni şudur: Emr bu sistemlere bir defaya mahsus olarak yüklenip de bir daha değiştirilemeyen veya etkisi aşılamayan bir şey değildir. Şimdi bunu açıklamaya geçebiliriz.

2.3 Allah’ın dünyadaki olaylara müdahalesi: İkincil emr

Kur’an’da emr kelimesinin “ikincil emr” dediğimiz çerçevede geçtiği ayetlerden Allah’ın (c.c.), özellikle yeryüzündeki olaylara müdahale ettiğini ve bu şekilde bu olayları kontrol ettiğini ve yönlendirdiğini anlıyoruz. Şu ayet özellikle bu durumu açık bir şekilde belirtiyor:

"Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki (= yetenezzelul emre beynehunne), Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu (= ala kulli şey'in kadiir) bilesiniz, ve Allah'ın gerçekten her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)

Gerçekten de, izn ve emr kelimelerinin geçtiği bütün ayetlerin kavramsal çerçevesi incelendiğinde görüleceği gibi, emr sadece birincil emrden ibaret bir olgu(?) değildir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, birincil emrin etkileri Allah Teala tarafından periyodik olarak gönderilen ve indirilen ve O’nun izni ile uygulanan yeni bir dizi emr (ikincil emr) ile etkisiz hale getirilebiliyor veya aşılabiliyor. Kur’an’da buna en çarpıcı örneklerden biri Enbiya suresinde ifade edildiği gibi, İbrahim (a.s.)’ın, ulusunun ileri gelenleri tarafından ateşe atıldığı halde Allah’ın (c.c.) izni ve emri ile yanmamasıdır:

“[İleri gelenler] dediler: ‘Onu [İbrahim’i] yakın, böylece tanrılarınıza yardım etmiş olursunuz, eğer bir iş yapacaksanız.”
“Biz de: ‘Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol!’ dedik (= kulna ya naaru küniy berzen ve selamen ‘ala ibrahim).” (Enbiya 21/68-69)

Bu ayette geçen “serin ve esenlik ol” sözü, o ateşin bulunduğu mekana gönderilmiş olan emri ifade etmektedir. İkincil emr çerçevesi içinde konumuzla ilgili olarak sayılabilecek öteki ayetler de şunlardır:

"... Allah katından bir emr..." (Maide 5/52, Duhan 44/5)

"Allah emri belirleyendir (= mubrim)." (Zuhruf 43/79)

"Her emr kararlatırılmıştır (= mustekir)." (Kamer 54/3)

"[Allah] emri gökten yere yönlendirir (= yüdebbirul emri mines semai ilel ard), sonra o, sizin ölçünüzle bin sene olan bir günde O'na yükselir (veya çıkar = ya'ruc)." (Secde 32/5)

"[Allah] emri gönderir/indirir (= mürsil/münzil)." (Duhan 44/5, Talak 65/5)

"Allah'ın emri ölçülmüş bir kaderdir (= kaderen makdura)." (Ahzab 33/38)

"[Bir gece ki] her hikmetli emr (= emrin hakim) onda ayrılır (tefrik edilir = yufraku)." (Duhan 44/4)

"Melekler ve ruh o gecede [Kadir gecesi] Rablerinin izniyle, her bir emrle inerler." (Kadr 97/4)

"[Allah] bir emri kaza ettiği zaman (= iza kada emren) ona: Ol! der." (Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82)

"Allah'ın Emri gelmiştir (= eta emrullah)…" (Nahl 16/1)

"Allah'ın emri uygulanır (= mef'ula)." (Nisa 4/47)

"Allah'ın emri görünür oldu ... (= zahere emrullahi)." (Tevbe 9/48)

"[Allah'ın] emri bir göz kırpması kadar çabuktur." (Kamer 54/50)

"Allah emri üzerinde (veya emrinde) galiptir (=galibun ala emrihi)."(Yusuf 12/21)

Kur’an’da ikincil emrin uygulanmasında Meleklerin görevlendirildiklerine işaret eden bazı ayetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

“Biz [melekler] ancak Rabbinin emri ile ineriz (= ve ma netenezzelu illa bi emri rabbike), ...” (Meryem 19/64)

"Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılar ve gerekse meleklerin hepsi Alah'a secde ederler (= yescudu), ve onlar [Allah'a itaatten] büyüklenmezler. Üstlerinde Rablerinden korkarlar, ve onlara emredileni uygularlar (= ve yef’alune ma yü'merun)." (Nahl 16/49-5)

"[Meleklerin] söz sıraları O'ndan önce değildir, ve onlar Allah'ın emri ile iş yaparlar (ve hum bi emrihi ya'melun)." (Enbiya 21/27)

Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, göklere (= semavat) vahyedilmiş olan birincil emr, gökler ve yerdeki olayların değişimi içindeki dengeyi tesis etmekle beraber, bunlarda meydana gelen olayları her zaman tam olarak açıklayamaz. Buna rağmen, birincil emrin kozmik nizam ve ahengin korunmasında esaslı bir fonksiyonu olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve O’nun izni ile, melekleri tarafından ve belli bir zaman ve mekanda uygulanmak üzere getirilen ikincil emr, birincil emr vasıtasıyla oluşturulmuş olan düzenliliği nasıl etkilemektedir? Allah’ın emri belli bir zamanda bir mekana geldiğinde şu üç tür etkiyi meydana getirebilir: 1) Birincil emrin etkilerinin geciktirilmesi, zayıflatılması veya ortadan kaldırılması, 2) Birincil emrin etkilerinin güçlendirilmesi ve/veya odaklandırılması, 3) Birincil emrin etkilerinden tamamen farklı ve yepyeni etkilerin meydana getirilmesi.

İkincil emr çerçevesinde geçen ayetlerden görüyoruz ki, birincil emri aşan bir emrin çıkartılması veya kaza edilmesi (= kada) tamamıyla Allah'ın dilemesine (= şa) ve iznine (= izn) bağlıdır. Bu çok önemlidir, çünkü Allah'ın izni olmadıkça göklerin emrleri (yani birincil emr) değişmeden işlevini sürdürür ve göklerdeki bütün mekan (ve dolayısıyla içindeki bütün cisimler) ihtiva ettikleri emrlerin oluşturduğu özellikleri taşımaya devam ederler. Bu söylediklerimizi şu ayetlerle belgelendirebiliriz:

"Allah'ın yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini görmediniz mi? Gemiler O'nun emri ile denizde akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O'dur ki, O'nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Hac 22/65)

"… Güneş, Ay ve yıldızlar onun emri ile durumlarını korurlar; işte bunda akleden bir ulus için işaretler (= ayat) vardır." (Nahl 16/12)

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, göklerde ve yerdeki cisimlerin durum ve özellikleri birincil emr ile devam ettirilmektedir ve Allah (c.c), izni ile yeni bir emr göndermediği sürece bu durum ve özellikler devam edecektir. Göklerde ve yerdeki cisimlerin ve bunlar içinde saklı güçlerin en iyi şekilde kullanılabilmesi, insanların, bunların değişik şartlarda ve ortamlardaki bütün özelliklerini anlamaya çalışması ile olacaktır. Fizik bilimlerde “temel fiziksel kuvvetler” gibi teorik terimlerle açıklanmaya çalışılan düzenlilik aslında göklere birincil emr ile birlikte vaz edilmiş olan mizanın bir tezahürüdür (görüntüsüdür) diyebiliriz. 3

2.4 Göklerdeki nizamın sonu: Saat’in emri

Kur’an’da “Saat’in emri” (= emr-üs saah) olarak ifade edilen emr ise, Allah’ın (c.c.), birincil emri ile tesis etmiş olduğu mevcut nizamı sona erdirecek olan emrdir. İlgili ayetlerden anlaşıldığına göre bu emr halen hazırlanmış durumda olup uygulanmayı (kaza edilmeyi) beklemektedir. Bunun uygulanması ile “Kıyamet Günü” dediğimiz o uzun gün başlamış olacak ve göklerdeki nizam, birazdan göreceğimiz ayet meallerinde ifade edildiği gibi ortadan kalkacaktır.4 Saat’in emrinin ne zaman uygulamaya geçeceğini Allah’dan (c.c.) başka kimse bilmemektedir. Doğrudan doğruya Saat’in emri ile ilgili ayetler şunlardır:

“Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Saatin emri bir göz açıp kapama gibi, yahut daha yakındır; şüphesiz Allah, herşeye gücü yetendir.” (Nahl 16/77)

“Sana o saatten soruyorlar, gelip çatması ne zaman diye; de ki: onun bilgisi ancak Rabbimin yanındandır; onu tam zamanında tecelli ettirecek olan yalnızca O’dur (=la yücelliha li vaktiha illa hu); o [saatin emri], göklere de yere de ağır gelmiştir (= sekulet fis semavati vel ard); o size ansızın gelecektir...” (A’raf 7/187)

Şu ayetlerde ise Saat’in ne zaman olacağını Allah’dan (c.c.) başka kimsenin bilmediği, ve onun ansızın (= bağteten) geleceği ifade edilmektedir:

“Onun [Saat’in] bilgisi [ne zaman olacağı] Rabbine aittir.” (Naziat 79/44)

“Onlar ille de o saatin kendilerine hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın (=bağteten) başlarına gelmesini mi bekliyorlar?” (Zuhruf 43/66)

“... onlar hiç farkında değilken ansızın (= bağteten) o saatin kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler?” (Yusuf 12/107)

“İnkar edenler ise o saat ansızın (= bağteten) kendilerine gelinceye, yahut o hayırsız günün [toplu felaket veya ferdi ölüm gününün] azabı kendilerine gelinceye kadar ondan [Kur'andan] yana kuşku içindedirler.”
“O gün mülk, Allah'ındır...” (Hac 22/55-56)

“O saat mutlaka gelecektir; herkesin peşinde koştuğu işlerle cezalanması için, neredeyse onu gizleyeceğim.” (Ta-Ha 20/15)

Saat’in bazı belirtilerinin gelmiş olduğu ve onun, insanların zannettiklerinden daha yakın bir zamanda gerçekleşebileceği ise şu ayetlerde ifade edilmektedir:

“İlle saatin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte onun belirtileri [Kur’an veya Hz. Isa] geldi; o uyarıldıkları saat kendilerine geldikten sonra öğüt almaları nasıl [mümkün] olur?” (Muhammed 47/18)

“O [Kur'an veya Hz. İsa] saat için bir bilgidir (= ilmun); o saatin geleceğinden süphe etmeyin, bana uyun, doğru yol budur.” (Zuhruf 43/61)

“ ... Ne bilirsin, belki de o saat yakındır?” (Şura 42/17)
“Ona inanmayanlar onun [Saat’in] çabuk gelmesini istiyorlar; inananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler; iyi bil ki o saat üzerinde tartışanlar uzak bir sapıklık içindedirler.” (Şura 42/18)

Saat’in gelişi göğün ve yerin çalkalanışı (= temuur), ve çok şiddetli ve korkunç bir zelzele ile olacak ve bu sarsıntıyı, ilgili ayetlerde tasvir edilen başka korkunç olaylar takip edecektir:

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü saatin depremi cidden korkunç bir şeydir (= inne zelzeletus saate şey'un azim).”
“Onu gördüğünüz gün her emziren emzirdiğinden geçer, her hamile yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir, ama Allah'ın azabı şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)

Şimdi Saat’in emrinin kaza edilmesi ile başlayacak olan Kıyamet Günü’nün olayların tafsilatına geçebiliriz.

3. Kıyamet Günü’nün Başlaması ve Sur’a Üflenme

“Sur”un ne olduğu konusunda birçok yorumlar yapılmıştır, fakat bizce burada önemli olan husus, bununla göklerdeki nizamın sona erdiğinin işaretinin verilecek olması ve gene ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, “Sur’a üflenme”nin etkisinin “göklerde ve yerdeki canlılar” tarafından dehşetli bir şekilde algılanacak olmasıdır:

“Sur'a üfleneceği gün, Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde bulunan kimselerin hepsi korku içinde kalır; hepsi boyun bükerek O'na gelir.” (Neml 27/87)

“Sur'a üflenmiş, göklerde ve yerde olanlar [korkudan] bayılmışlar, ancak Allah'ın dilediği sarsılmamıştır; sonra ona [Sur’a] bir daha üflenmiştir, birden onlar ayağa kalkmış bakınıyorlardır.” (Zümer 39/68)

Sur’a ilk üflenmenin Kıyamet Günü’nün başlamasından önce mi sonra mı olacağı ayetlerde açıkça belirtilmemiştir. Yukarıdaki son ayette Sur’a ikinci olarak üfleneceği ifade edilmektedir. Sur’a ikinci üflenme ile bütün insanların tekrar diriltilip toplanacağını ifade eden diğer bazı ayetler de şunlardır:

“Sur’a üflenmiştir, ve işte onlar kabirlerinden Rablerine koşuyorlar.” (Ya-Sin 36/51)

“O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.”
“Gök de açılmış, kapı kapı olmuştur.” (Nebe 78/18-19)

“Sur’a üflendiğinde (= fe iza nüfiha fis sur) artık o gün aralarında soylar yoktur; birbirlerine de sormazlar.” (Mü’minun 23/101)

Kıyamet Gününü’nün başlamasından sonra meydana gelecek olaylar Kur’anda bir çok surede kısa fakat son derece çarpıcı bir şekilde tasvir edilmektedir. Şimdi ayetler ışığında bu olayları incelemeye geçebiliriz.

4. Kıyamet Günü’nün Olayları

Kıyamet Günü’nün olayları ile ilgili ayetlerdeki veciz tasvirlerin dikkatle ve üzerlerinde düşünülerek incelenmesi, bunların astronomik boyutlarda çok hızlı olmakla beraber belli bir zaman sırası içinde ve insanlar tarafından safha safha algılanacak korkunç bir olaylar zinciri şeklinde meydana geleceğini göstermektedir.

Bu bölümde Kıyamet Günü’nün olaylarını 1) göklerde; 2) güneş, ay ve gezegenleri içine alan yakın semada; 3) dünyada meydana gelecek olaylar; ve 4) insanların bu olaylar karşısında ve içindeki durumları olarak, dört alt bölümde fakat bir zaman sıralaması içinde incelemeye çalışacağız.

4.1 Göklerde meydana gelecek olaylar

Kıyamet Günü’nün ansızın başlayacağını yukarıda “Saat” kelimesiyle ilgili ayetlerden görmüştük. Bunun ilk belirtilerinin de ansızın görüleceği bu şekilde anlaşılmaktadır. İlk belirtilerin göklerde görüleceği kuvvetli bir ihtimal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu belirtilerin en önemlisi, gökyüzünde hiçbir bulut olmadığı halde yıldızların (muhtemelen şeritler halinde) silinip gözden kaybolmasıdır. Kıyamet Günü ile ilgili ayetlerde gökler (= semavat) yerine hep gök (= sema) kelimesi geçmektedir. (Bunun tek istisnası aşağıda göreceğimiz Zümer 39/67 ayetidir.) Bu şöyle açıklanabilir: Saat’in emrinin uygulanmaya geçmesiyle birlikte göklerdeki tabakalı yapılanma ve nizam ortadan kalkacağı için bunlardan tekil olarak gök (= sema) diye bahsedilmektedir. Aşağıdaki ayetlerden, bu olayın “göğün sarsılıp çalkalanması” (=temuur) ve “göğün çatlaması” (= fatara) sonucu olarak ortaya çıkacağı anlaşılabilmektedir:

“O gün sema bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra). (Tur 52/9)

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).” (İnfitar 82/1)

“Yıldızlar silindiği zaman (= ve izen nücumu tümiset).” (Mürselat 77/8)
“Gök yarıldığı zaman (= izes semai füricet).” (Mürselat 77/9)

Bu çatlama daha sonra genişleyerek, son ayette belirtildiği üzere, göğün “yarılması” (=furicet), ve nihayet “yarılıp ayrılması” (= şakkat) ile devam edecek ve daha sonra da gök yırtılacak veya parçalanacaktır (= vaahiye):

“Gök yarılıp ayrıldığı zaman (= izes semaun şakkat).” (İnşikak 84/1)

“İşte o gün olan olmuştur (= fe yevmeizin vaka’aten vakia).”
“Gök yarılıp ayrılmıştır, o gün o zayıftır [veya yırtılmıştır](= ve-en şakkatis semau fe hiye yevmeizin vahiye).”
“Melekler de onun kenarlarındadır.” (Haakka 69/15-17)

Yukarıdaki ayetlerde anlatılan “göğün çatlaması” (= fetarat) ve “yarılması” (=furicet) yeryüzünden bakıldığında, yıldızların göyüzünden muhtemelen şeritler halinde silinmesi şeklinde görülecektir. Bütün bu olaylar Saat’in emrinin uygulanmasıyla birlikte mekanın özelliklerinin değişime uğrayacağına da işaret etmektedir. Gökte yıldızların silinmesi, mekanın, içindeki herşeyle birlikte yassılaşması ihtimalini de düşündürmektedir.5

Göğün çatlaması (= fetarat), yarılması (= furicet), yarılıp ayrılmasından (=şakkat) ve parçalanmasından (= vahiye) sonra onun “yazı tomarlarını dürer gibi” (= ke tayyis sicilli lil kütüb) dürüleceği aşağıdaki ayetlerde beyan edilmektedir:

“O gün göğü, yazı tomarlarını dürer gibi düreceğiz (= yevme natvis semae ke tayyis sicilli lil kütüb); ilk yaratmaya nasıl başladıksa onu öyle geri çevireceğiz (= kema bede'na evvele halkin nuiyduhu); bu, üzerimize sözdür, ve Biz bunu mutlaka yapacağız (= inna künna failuun).” (Enbiya 21/104)

“Allah'ı gerektiği gibi takdir edemediler (= vema kaderullahe hakka kadrihi); halbuki Kıyamet günü arz tamamen O'nun avucunun içindedir (= vel ardu cemian kabdatuhu); gökler de sağ [elinde] dürülmüştür (= ves semavatu matviyyatun bi yeminihi); O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” (Zümer 39/67)

Bu ayetlerde üç defa geçen “dürmek” (= tayy/natv/matviyyat) kelimesiyle “göklerin yazı tomarlarını dürer gibi dürülüp toplanacağı” ifadesinin de mekanın sonunda “kitap yaprakları gibi” tamamen yassı bir hale getirileceğine işaret ettiği düşünülebilir. (Aksi takdirde, bu benzetme neden böyle verilmiştir, diye düşünmek gerekir.) Yukarıdaki ilk ayette çok dikkat çekici bir ifade daha var ki, bu da İlk Yaratılış’a ışık tutmaktadır: “ilk yaratmaya başladığımız gibi”. Buradan, ilk yaratılışın “yazı tomarları” gibi yassı bir mekanda başlamış olacağı sonucu çıkarılabilir.6 Eğer yukarıdaki ayetlerden çıkardığımız bu sonuçlar doğru ise, o zaman “yaratılış”la ilgili daha bilinmeyen çok şey var demektir.

Bu olayların başlangıç safhasında ise yakın semada birbiri ardına hızla büyük değişimler meydana gelecektir.

4.2 Yakın semada meydana gelecek olaylar

Göğün çatlamasıyla gelişen olaylarla birlikte yakın semada nelerin ortaya çıkacağı da ayetlerde çok çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir.

“Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu küvviret).
“Yıldızlar karardığı zaman (= ve izen nücumun kederet).” (Tekvir 81/1-2)

Bu ayetlerde görülen “güneşin büzülmesi” olayı Kıyamet suresindeki şu ayetlerle daha da açıklık kazanmaktadır:

"’Kıyamet günü nerede?’ diye sorup durur [o insan].”
“Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),” (Kıyamet 75/6-7)

Güneşin kısa bir süre için büzülmesi veya kendi içine doğru çökmesi (= tekvir), yukarıda Tur 52/9 ayetinde ifade edilen “göğün çalkalanması” (= temuur/mevra) olayının bir sonucu olarak veya başka bir şekilde meydana gelebilir. Bu günkü bilgilerimize göre güneşin kısa bir süre büzülmesiyle meydana gelecek basınç etkisi, güneşin parlaklığının birden artmasına yol açacaktır. Yukarıdaki Kıyamet suresi 75/7 ayetindeki “o gün göz kamaştığı zaman” (= fe iza berikal basar) ifadesinin böyle bir duruma işaret ettiği düşünülebilir. Fakat güneş kısa süren bu parlaklığının ardından genişlemeye başlayacak ve bu genişlemenin sonucu olarak da rengi kırmızıya doğru değişecektir.

“O gün gök erimiş maden gibi olur (= tekunus semai kel mühl).” (Nebe 78/8)

“Gök yarılıp ayrılarak erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman (= ve izen şakkat-is semau fe kanet verdeten ked dihan).” (Rahman 55/37)

Büzülmenin ardından güneşin genişleyerek renginin kırmızıya dönüşmesi, gökyüzünün de kıpkızıl bir renk almasına yol açacaktır. (Buradaki “kıpkırmızı bir gül” benzetmesi de çok düşündürücüdür.) Bütün bunlar yakın semada da mekanın dönüşüme uğrayacağına işaret etmektedir, ve bu dönüşüm hem güneşin genişlemesine hem de gezegenlerin, güneş etrafındaki eliptik yörüngelerindeki hareketlerinden gelen ivmenin etkisiyle dışarıya doğru saçılmalarına yol açacaktır.7 Bu da İnfitar suresinin 2. ayetinde “gezegenler saçıldığı zaman” (= ve izel kevakib-un teseret ) ifadesinden anlaşılmaktadır:

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”
“Gezegenler saçıldığı zaman(= ve izel kevakib-un teseret).” (İnfitar 82/1-2)

Yukarıda gördüğümüz Kıyamet suresinin müteakip ayetlerindeki ifadeler de güneşin genişleyeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir:

“Ama o gün göz kamaştığı zaman (= fe iza berikal basar),”
“Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),”
“Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman(= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/7-9)

Güneşin ışığının kızıla dönüşmesiyle, kendisine güneşten gelen ışığın şiddetinin azalması dolayısıyla ay kararacaktır. Bu durum yukarıdaki ikinci ayette “ay tutulması” benzetimi ile anlatılmaktadır. Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana getirdiği değişimle birlikte güneş de genişlemeye devam edecek ve ay ile güneş birleşecektir. Bu birleşme, ayın dünya etrafındaki yörüngesinden uzaklaşarak güneşe doğru bir yol çizmesi şeklinde de olabilir. Dünya da diğer gezegenler gibi güneş etrafındaki yörüngesinden uzaklaşmaya başlayacak, fakat güneşin genişleme hızına bağlı olarak, sonunda güneş muhtemelen dünyaya da çok yaklaşmış olacaktır. Yukarıda gördüğümüz, Kıyamet suresi 9. ayetindeki “güneş ve ay bir araya geldiği zaman” ifadesi de bu çerçevede kolayca anlaşılmaktadır:

“Güneş ve Ay bir araya geldiği zaman (= ve cumia-ş şemsü vel kamer)!” (Kıyamet 75/9)

Güneş sisteminde mekanda meydana gelen bu değişimlerin bir tezahürü olarak ortaya çıkacak olaylar (mesela “çekim kuvveti”nin azalması), aşağıda açıklanacağı gibi, Kıyamet Günü dünyada meydana gelecek olaylarla da teyid edilmektedir. Yukarıdaki ayetler ayrıca gökyüzünün kıpkırmızı bir gül gibi kat kat bir yapıya dönüşeceğini de ifade etmektedir. Bu ifadeler, bir yandan mekanın düzenli yapısının bozulmasına işaret olarak kabul edileceği gibi, mekanda bir boyut indirgemesine işaret olarak da kabul edilebilir.8

Gökyüzünde bu olaylar olurken dünyada da aşağıda anlatılan olaylar meydana gelecektir.

4.3 Dünyada meydana gelecek olaylar

Gökyüzünde yıldızların silinmesiyle başlayan olaylar yeryüzünde de çok şiddetli bir sarsıntı ile kendisini gösterecektir. Gökdeki çalkalanmanın (= temuur) bütün arzı (yeri) de sarsacağı anlaşılmaktadır, çünkü aşağıdaki ayette de aynı kelime arzın çalkalanmasından bahsedilmektedir:

“Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin mi oldunuz? O zaman yer (=ard) birden sallanmağa/çalkalanmağa başlar (= fe iza hiye temuur).” (Mülk 67/16)

Bu çalkalanmanın meydana getirdiği sarsıntının ardından da şiddetli bir veya iki sarsıntı daha gelecektir:

“O gün o şiddetli deprem sarsar (= yevme tercufur raacife).”
“Ardından başka bir şiddetli sarsıntı gelir (= tetbeuher raadife). (Naziat 79/6-7)
“Yer şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman (= iza ruccetil ardu raccen).” (Vakıa 56/4) (RACCE)

“O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercuful ardu vel cibal), ve dağlar dağılıp kum yuğınına döner.” (Müzzemmil 73/14)

Bu ayetlerde işaret edilen şiddetli sarsıntılar “raacife”, “raadife”, ve “racce” kelimeleriyle ifade edilmektedir.

Zilzal (zelzele) suresinin 1-5 ayetleri ise gene Kıyamet Günü’nün zelzelesinden bahsetmekte ve dünya üzerinde de bütün mekanda meydana gelen değişimin yerçekiminin azalması şeklinde kendini göstereceğine işaret etmektedir:

“Yer (= arz), kendi sarsıntısıyla sarsıldığı zaman (= iza zülziletil ardu zilzaleha).”
“Ve yer, ağırlıklarını attığı zaman (= ve ahracatil ardu eskaleha).”
“İnsan: "Buna ne oluyor!" dediği zaman (= ve kaalel insanu ma leha).”
“İşte o gün [yer] kendi haberlerini söyler (= yevme izin tuhaddisu ahbareha).”
“Rabbinin ona vahyettiği (= bi enne rabbeke evha leha).” (Zilzal 99/1-5)

Yukarıda birinci ayetteki yerin “kendi sarsıntısı” ifadesinin, yerde de mekanın özelliklerini değiştirecek (mesela yarçekimini azaltacak) bir zelzeleye işaret ettiği düşünülebilir ki bu adeta arzın ölümü gibi bir olayı anlatmaktadır. Bu husus ikinci ayetteki “ve yer ağırlıklarını (=eskaleha) attığı zaman” ifadesindeki “ağırlık” kelimesiyle daha da açıklığa kavuşmaktadır. Birçok müfessir bu ifadeyi arzın içindeki erimiş madenlerin dışarıya atılması şeklinde yorumlamışlardır, fakat bizce bu ifade, göklerin yaratılışıyla birlikte onlara yüklenen (= evha) birincil emrin sonucu olarak tezahür eden çekim kuvvetinin azalmasını ifade etmektedir. Nitekim yukarıdaki beşinci ayetteki “Rabbinin ona vahyettiği (= evha leha)” ifadesi bu görüşü desteklemektedir.9 Zaten şimdi göreceğimiz diğer ayetler de bu dehşet verici olaylarla birlikte yerçekiminin zayıfladığı bir dünyayı tasvir etmektedir.

“Güneş büzüldüğü [içine doğru çöktüğü] zaman (= izeş-şemsu kuvviret).”
“Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman (= ve izen nücumun kederet).”
“Dağlar yürütüldüğü zaman (= ve izel cibali süyyiret).” (Tekvir 81/1-3)

“O gün gök bir çalkanışla çalkalanır (= yevme temuurus semau mevra).”
“Ve dağlar bir yürüyüş yürür ki! (= ve tesiyrul cibali seyra).” (Tur 52/9-10)

Bu ayetlerden anladığımıza göre, dünyanın kendi etrafında dönmesinin devam edeceği kabul edildiğinde yerçekiminin azalmasıyla birlikte, dağlar yerlerinden kopup havalanacaktır. Denizlerin durumuna gelince:

“Gök çatladığı zaman (= izes sema-un fetarat).”
“Gezegenler saçıldığı zaman (= ve izel kevakib-un teseret).”
“Denizler taşıp birleştiği zaman (= ve izel biharu fucciret).” (İnfitar 82/1-3)

“Denizler kabardığı [veya ateşlendiği] zaman (= ve izel biharu sücciret).” (Tekvir 81/6)

Aynı şekilde, yerçekiminin azalmasıyla birlikte denizler de kabarıp taşacaktır. Son ayetteki “sücciret” kelimesi bazı müfessirler tarafından “ateşlenme” olarak tefsir edilmiştir ki arzın içindeki erimiş kütlenin dışarı çıkması denizlerin yer yer kaynamasına yol açabilir.

Buraya kadar incelediğimiz ayetler, Saat’in emrinin etkisiyle mekanda meydana gelen değişikliklerle birlikte ortaya çıkacak olayları anlatmaktadır. Fakat bu değişiklikler bu kadarla da kalmayacaktır. Bu olaylardan sonra, dağların da ince bir toz yığını haline geleceğinden bahseden ayetleri göz önüne alırsak tamamen dönüşüme uğrayan bir mekan ve dünya ile karşılaşırız:

“Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel 'ihnil menfuş).” (Karia 101/5)

“O gün yer ve dağlar sarsılır (= yevme tercüfü-l ardu vel cibal), ve dağlar, dağılan kum yığınları olur (= ve kanetil cibalu kesiyben mehiyla).” (Müzzemmil 73/14)

“Sur'a bir tek üflemeyle üflendiği (= fe iza nufiha fis sur),”
“Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağan olduğu zaman (= ve humiletil ardu vel cibalu fe dükketa dekken vahide).” (Haakka 69/13-14)

“Dağlar yayıldıkça yayılmış (= ve büsset-il cibalu bessa).”
“Ve toz duman hale gelmiştir (= fe kanet hebaen munbessa).” (Vakıa 56/5-6)

“Hayır! arz birbiri ardınca sarsılıp dümdüz edildiği zaman (= kella, iza dekketil ardu dekken dekka).” (Fecr 89/21)

Bu son ayet arzın da yamyassı veya dümdüz bir şekle sokulacağına işaret etmektedir. Nihayet, aşağıdaki ayette belirtildiği üzere arz ve gökler başka bir arza ve göklere tebdil edilecektir (dönüştürülecektir):

“O gün dağları yürüteceğiz; ve sen yeri [çırçıplak] bir çöl [olarak] göreceksin (= ve teral arda baarizeten); onların da hepsini [mahşerde] toplamışızdır, içlerinden hiçbirini bırakmamak üzere.” (Kehf 18/47)

“O gün yer başka yere değiştirilir, gökler de [öyle] (= yevme tubeddelül ardu gayril arda ves-semavat); ve [herkes] tek ve kahhar olan Allah'ın huzurunda görünürler (= ve berezu lillahi vahidil kahhar).” (İbrahim 14/48)

Yukarıda “Sur”la ilgili ayetlerde belirtildiği üzere, insanlar, Sur’a ikinci defa üflenmesiyle de, tebdil edilerek (değiştirilerek) dümdüz ve pürüzsüz hale getirilmiş olan bir olan arzdan çıkarılacak ve Hesap Günü için toplanacaklardır:

“Allah ki, O’ndan başka tanrı yoktur; sizi vukuunda asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır; Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? (= ve men esdaku min allahi hadiysa)."” (Nisa 4/87).

Kıyamet Günü’nün ikinci safhası olan ve Sur’a ikinci üflenme ile yeniden bütün insanların yerden çıkartılmaları ile başlayacak olan Hesap Günü’nde nelerin olacağı Kur’an’da birçok ayette anlatılmaktadır, fakat ayrı ve dikkatli bir çalışmayı gerektiren bu konu burade ele alınmayacaktır. Kıyamet Günü’nün insanlar üzerindeki etkilerini ise şimdi ayetler ışığında inceleyebiliriz.

4.4 İnsanlar üzerinde etkileri

Yukarıda buraya kadar anlatılan olayların insanlar üzerinde ne korkunç bir etki meydana getireceğini Kıyamet Günü’nü yaşamadan tam olarak anlamak imkansız olsa da hayalimizde canlandırarak az da olsa anlamak mümkündür. İnsanlar için bu olayları daha da korkunç hale getirecek olan şey, onların bu geçici dünya hayatına aşırı bir şekilde güvenmeleri ve bağlanmalarıdır.

Halbuki bütün bilimsel (kozmolojik, astronomik, fiziksel, kimyasal ve biyolojik) veriler, üzerinde bulunduğumuz dünyanın ve yaşadığımız dünya hayatının ne kadar hassas dengeler üzerinde devam ettiğini göstermektedir. İçinde ergimiş halde binlerce derece sıcaklıkta bir ateş küresinin bulunduğu, üzerinde yaşadığımız ve üzerine büyük hayaller inşa ettiğimiz yerin kabuğunun bile dünyanın çapına oranla kalınlığının, bir yumurta kabuğunun yumurtanın çapına oranından daha ince ve çok çok daha zayıf olduğunu biliyoruz. Fakat bunları günlük hayatımızda ancak hayallerimiz bir depremle sarsıldığı zaman hatırlayabiliyoruz.

Kur’an’da o günün, insanlar üzerindeki etkilerini anlatan çok çarpıcı ayetler vardır. Bazılarının mealleri:

“Peki inkar ederseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl kurtaracaksınız?”
“Gök [bile] onun [Kıyamet gününün] dehşetinden çatlar (= essemai münfatir bih); Allah'ın vaadi ifa edilmiştir (= mef'ula).” (Müzzemmil 73/17-18)

Yukarıdaki ilk ayetteki “çocukları ihtiyarlatan o gün” ifadesi, o günün dehşetini çarpıcı fakat mecazi olmayan bir şekilde anlatmaktadır.

"[O insan] Kıyamet günü nerede?" diye sorup durur.”
“Ama o gün göz kamaştığı (= fe iza berikal basar),”
“Ay tutulduğu (= ve hasefel kamer),”
“Güneş ve Ay bir araya toplandığı zaman (= ev cumia-ş şemsü vel kamer)!”
“[İşte] o gün insan: "Kaçacak yer neresi?" der! (= yekulül insane yevmeizin eynel mefer).” (Kıyamet 75/6-10)

O gün insanların, ötedenberi yaşamasına en elverişli bir yer olarak kabul ettikleri dünya altlarından kayıp gittiğinde, gök de kıpkızıl bir ateş ve duman karışımı haline geldiğinde, “kaçacak yer” neresi olabilir? Üstelik bu dehşet verici manzara içinde, (belki yerçekiminin azalmış olmasıyla) insanlar “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” havada uçuşmaktadırlar:

“O gün insanlar yayılmış pervaneler gibidir (= yevme yekunun nasi kel feraş-il mebsus).”
“Dağlar da [o gün] atılmış renkli yün gibi olurlar (= ve tekunul cibali kel ‘ihnil menfuş).” (Karia 101/4-5)

Bu ayette geçen “pervaneler [gece kelebekleri] gibi” ifadesi kıpkızıl bir gök altında ve üzerinde toz, duman ve ateş karışımı bir atmosferde uçuşan insanların durumunu ibret verici bir şekilde ifade etmektedir.

Kıyamet Günü meydana gelecek olayları ilgili ayetler çerçevesinde böylece gördükten sonra, şu önemli sorulara cevap aramamız gerekiyor: Acaba Kıyamet Günü öncesinde bunun hangi alametleri veya belirtileri ortaya çıkacaktır? Kur’an’da ve/veya hadislerde bu alametler konusunda ne gibi bilgiler vardır? Bu alametlerden hangileri gerçekleşmiştir, hangileri henüz gerçekleşmemiştir? Kıyamet Günü’ne ne kadar kalmıştır? İşte aşağıdaki bölümde bu soruların cevapları aranmaktadır.

5. Kıyamet Günü Öncesinde Ortaya Çıkacak Alametler

Kıyamet günü öncesinde o günün yaklaştığına işaret olarak meydana gelecek olaylar inanan birçok insanın alakasını çekmektedir. Genel olarak “Kıyamet alametleri” diye isimlendirilen bu olaylardan bazıları Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir, diğer bazıları da Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadislerde bildirilmektedir. Kur’anda bildirilen olaylarla ilgili ayetler şunlardır:

“O söz başlarına geldiği zaman (= ve iza vaka’atil kavl) onlara yerden bir daabbe çıkartırız, o onlara insanların ayetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml 27/82)

Bu ayette geçen “daabbe” kelimesi, Kur’an’daki başka ayetlerde, karnı veya ayakları üzerinde hareket eden canlılar için kullanılmaktadır. Bu ayette ise, muhtemelen o zamana kadar görülmedik türden, fakat algılaması gelişmiş, şuurlu ve konuşan bir canlıyı ifade etmektedir. Böyle bir canlının ortaya çıkması ve bu şekilde konuşması insanların herhalde çok ilgisini çekecektir. Buna karşılık insanların çoğunun bu canlının söylediklerini ciddiye alacakları şüphelidir. İnsanların çoğu büyük mucizelerle gelen Peygamberleri (a.s.) bile ciddiye almamaktadır. Bazıları ise inkarda daha da ileri gitmektedir:

“İnsanlardan kimi de [vardır ki] ne bir bilgiye, ne bir delile, ne de aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele eder,”
“Büyüklük taslayarak Allah yolundan şaşırtmak için; dünyada ona bir rezillik vardır, kıyamet gününde ise ona alevli ateş azabını tattıracağız (= nuziykuhu azabün hariyk).” (Hac 22/8-9)

Ancak insanlar bütün gafletlerine karşılık sonunda bu uyarıları muhakkak tanıyacaktır, fakat belki de o zaman çokları için iş işten geçmiş olacaktır:

“Ve de ki: Hamd Allah’adır; O, size ayetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız; Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Neml 27/93)

Kıyamet Günü’nün yaklaştığının alametlerinden bir de Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkmasıdır. Bunun veya bunların ne olduğu tam olarak bilinmemekle beraber, bir tür canlı oldukları ve sebest bırakıldıklarında insanlara büyük zararlar verecekleri hususunda görüş birliği vardır.

“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc [seddi] açıldığı zaman, ki onlar her tepeden akın edip çıkarlar (= hatta iza fütihat ye’cuce ve me’cuce ve hüm min külli hadebin yensiluun).”
“Ve gerçek vaad yaklaştığında (= ve akterabu va’dul hakk), işte o zaman inkarcıların gözü açılır: ‘Eyvah bize, biz bundan gaflet içindeydik; hayır, biz zalimlerdendik [gerçeği gizledik].’” (Enbiya 21/96-97)

Gene Ye’cüc ve Me’cüc ile ilgili olarak daha önce gördüğümüz, Kehf suresi 97-99. ayetlerini hatırlayacak olursak:

“Artık [Ye’cüc ve Me’cüc] onu [Zülkarneyn’in yapmış olduğu engeli] ne aşabildiler, ne delebildiler.”
“[Zülkarneyn] dedi: ‘Bu Rabbimin bir rahmetidir; Rabbimin vaadi geldiğinde onu yerle bir eder; şüphesiz Rabbimin vaadi gerçekdir (= ve kane va’du rabbi hakka).”
“Biz o gün onları [Ye’cüc ve Me’cüc’ü] dalgalar halinde bırakmışızdır. Sur’a da üflenmiştir, ve hepsini de toplamışızdır.” (Kehf 18/97-99)

Bu ayetlerden şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanlar Ye’cüc ve Me’cüc belasıyla karşılaştıkları zaman onu tanıyacaklar, fakat daha önce bunları ciddiye almadıkları veya halktan gizledikleri için bu belayı tanımaları onlara fayda vermeyecektir, çünkü zaten o zaman Kıyamet Günü belki de gelip çatmış olacaktır. Son ayette Ye’cüc ve Me’cüc’ün serbest bırakılmaları ile Sur’a üflenmesinin aynı cümlede ifade edilmiş olması, bu iki olay arasında çok önemli bir zaman aralığı bulunmadığına işaret etmektedir.

Kıyamet Günü’nden önce gerçekleşecek olan diğer bir hadise de insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkması ve orada bir müddet yaşayabilmesidir. Aşağıdaki ayetteki “gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır” ifadesi buna işaret etmektedir:

“Gökte de rızkınız ve size vaad edilen vardır (= ve fis-semai rizkaküm ve ma tu’aduun).” (Zaariyat 51/22)

Bu ayetteki “size vaadedilen” (= ma tu’aduun) ifadesi başka bir ayette şöyle açıklık kazanmaktadır:

“Andolsun o şafağa (= la uksimu biş şafak).”
“O geceye ve onun [içinde] topladıklarına (= ves semai ve ma vasak).”
“Toplu bir hale [dolunay haline] gelen aya (= vel kameri izet tesak).”
“Siz mutlaka bir tabakadan diğerine çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak.” (İnşikak 84/16-19)

Son ayette geçen “mutkala bir tabakadan bir tabakaya çıkarılacaksınız (= le terkebünne tabakan an tabak)” ifadesiyle göğün tabakalarından bahsedildiği anlaşılmalıdır. Buna göre Zaariyat suresi 22. ayetindeki vaadin bu ayetteki vaad olduğu anlaşılmaktadır. Birçok müfessir bu ayette geçen “tabak” kelimesini “derece”, ”mertebe” veya “hal” olarak yorumlamıştır ki, bu durumda mana “bir dereceden diğerine” veya “bir halden diğerine değiştirileceksiniz” olmaktadır. Fakat Kur’an’da “derece” kelimesi de başka ayetlerde geçmektedir. Dolayısıyla bu yorum zayıf bir yorum olmaktadır. Halbuki “tabak” kelimesi, göklerin tabakalarından bahseden iki ayette geçmektedir:

“O, yedi göğü [içiçe] tabakalar halinde yaratmıştır (= ellezi haleka seb’a semavatin tibaaka); Rahman’ın yarattığında bir uygunsuzluk göremezsin; gözünü çevir de bak bir kusur [veya çatlak] gürebiliyor musun?” (Mülk 67/3)

“Görmediniz mi, Allah yedi göğü nasıl [birbiri üstünde] tabakalar halinde (=tibaaka) yaratmıştır?” (Nuh 71/15)

İşte bu ayetler bir arada mütalea edildiklerinde, insanların göğün bir tabakasından diğerine çıkacağına işaret ettikleri anlaşılmaktadır. Ancak bu ayetlerde bahsi geçen “göğün tabakalarından” tam olarak neyin kastedildiğini araştırmak gerekiyor. Eğer dünya ile ay arasını bir tabaka olarak kabul edersek, o zaman bu vaadin 1969’daki ilk ay yolculuğu ile gerçekleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. Bu günkü bilgilerimize göre gökler için şöyle bir tabakalandırma yapılabilir: 1) dünya atmosferi 2) dünya-ay, 3) güneş sistemi, 4) Samanyolu galaksisi, 5) galaksi kümesi, 6) süper küme, 7) bütün gökler. Fakat bu tamamen itibari bir tabakalandırma olacaktır. Dolayısıyla bu ayetlerde kastedilen “tabakaların” gerçekte ne manaya geldiği ayrı bir araştırma konusu olmaktadır.

Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden biri de gökyüzünden gelecek ve dünyayı kaplayacak bir dumandır (= duhan). Kur’an’da bu olay kendi adındaki Duhan suresinde şöyle anlatılmaktadır:

"Şimdi sen göğün, insanları bürüyecek belli bir duman getireceği günü gözetle (=fertekıb yevme te’ti-s semau bi duhanin mübiyn).”
“İnsanları saracaktır o. ‘Bu pek elem verici bir azap’ [diyecekler].”
“Ey Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır, doğrusu biz artık iman ediyoruz [derler].
“Onlarda öğüt almak nerede, kendilerine [gerçeği] açıklayıcı bir elçi geldiği halde." (Duhan 44/10-13).

Bu ayetlerde bahsedilen dumanın yerden değil gökten geleceği açık bir şekilde belirtilmektedir. Bu birkaç değişik şekilde olabilir. En anlaşılabilir ihtimal, büyük bir kuyruklu yıldızın dünya yörüngesini keserek geçmesi ve arkasında bıraktığı karbon ve buz karışımı bir kütlenin dünya atmosferini kaplaması olabilir. Bu durumda atmosfere giren karbonun bir kısmı yanarak karbon monoksit ve karbon dioksit haline dönüşür ve atmosfer karbon, karbon monoksit, karbon dioksit ve su buharı karışımından oluşan boğucu ve zehirleyici bir gaz ve toz karışımı meydana getirebilir. Bunun etkisinden kurtulmak da pek kolay olmazdı. Diğer bir ihtimal de doğrudan doğruya kozmik bir bulut kütlesinin dünya atmosferine girmesidir. Fakat ayette: “göğün belli [veya görünür] (= mübiyn) bir bulut getireceği” ifade edilmekte olduğuna göre, bunun gelişi insanlar tarafından gözlemlenecek, fakat insanlar bunu uzaklaştırmada çaresiz kalacaklardır. Başka bir ihtimal de, gene büyükçe bir meteorun dünyaya çarpıp müthiş bir toz bulutunu atmosfere yaymasıdır. Buna benzer bir olayın 50 milyon yıl kadar önce vuku bulduğu ve dinazorların ve diğer birçok canlı türünün sonunu getirdiği bazı bilim adamları tarafından kabul edilmektedir.

Oluş şekli ne olursa olsun, bu olayın insanları çaresiz bırakacağı, bundan kurtulmak için Allah’a yalvaracakları, ve mucizevi bir şekilde bu elem verici azaptan kurtulduktan sonra bile, son ayette ifade edildiği gibi ilk fırsatta eski hallerine dönecekleri anlaşılmaktadır. (Bölgemizde meydana gelen seri halindeki depremlerin her birinin vukuunda, gece yarısı veya gündüz ortasında çığlık çığlığa sokaklara fırlayan insanların çoğunun hemen ertesi gün nasıl eğlencenin en aşırısına daldıklarını ibretle müşahade ediyoruz.)

Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak alametlerden, Kur’an’da açıkça belirtilmeyen fakat Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen hadislerde anlatılan olaylara gelince.10 Bunlardan en müşahhas olanları güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inmesidir.

Güneşin batıdan doğması ile ilgili olarak aşağıdaki ayette geçen:

"[İnanmak için] hala kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini, yahut Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ancak Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün, önceden inanmamış, yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye [o günkü] imanı bir fayda sağlamaz: de ki, bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenlerdeniz." (En'am 6/158)

"Rabbinin bazı ayetlerini" ifadesini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kıyamet alameti olan güneşin batıdan doğması olarak şöyle açıkladığı bildirilmektedir:

"Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneş batıdan doğduğu zaman toptan bütün insanlar iman edecekler, fakat daha evvel iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün imanı fayda vermez." 11

Kur’an’da buna üstü kapalı olarak işaret eden tek ayet belki de Bakara suresinin 258. ayetidir:

“Allah kendisine hükümdarlık verdi diye [şımararak] Rabbi hakkında İbrahim’le tartışanı görmedin mi? İbrahim: ‘Benim Rabbim O’dur ki yaşatır, öldürür’ demişti. ‘Ben de yaşatır, öldürürüm’ dedi. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan doğdurur, haydi sen de onu batıdan doğdur,’ deyince o inkarcı şaşırıp kaldı; Allah zalim bir ulusu doğru yola iletmez.” (Bakara 2/258)

Böyle bir olay, dünyanın yakınından çok büyük bir gök cisminin geçmesiyle olabilir. Bu durumda dünya bu cisme çarpmadan başka bir yörüngeye savrulabilir ve hatta güneş etrafında ters bir yörüngeye girebilir. Diğer bir ihtimal de bunun Kıyamet Günü’nde bozulan kozmik nizam şartları içinde ve bu gün bilemeyeceğimiz bir şekilde olmasıdır.

Hz. İsa’nın (a.s.) Kıyamet Günü’nden önce yeryüzüne indirilmesi meselesine gelince: Bu konu da müfessirler tarafından çok tartışılmıştır. Kur’an’da Hz İsa’nın (a.s.) yeryüzüne ineceğini açıkça bildiren bir ayet bulunmamaktadır, fakat bazı ayetlerin bunu desteklediği düşünülmektedir. Aşağıdaki ayetler onun, Hristiyanların genel inanışlarının aksine Yahudiler veya Romalılar tarafından öldürülmemiş olduğunu, fakat semaya yükseltilmiş olduğunu bildirmektedir:

“… Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat [öldürdükleri kişi] onlara İsa gibi gösterildi ...”
“Bilakis Allah onu kendi [nezdine] yükseltmiştir (= bel rafeahu-allahu ileyh); Allah büyük izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa 4/157-158)

“Allah buyurmuştu ki: Ey İsa, seni vefat ettireceğim ve seni bana yükselteceğim (=inni müteveffiyke ve raafiuke ileyye) …” (Al-i İmran 3/55)

Son ayette “ölüm” (= mevt) kelime kökünden gelen bir ifade yerine, gene Kur’an’da insanların uyku halini anlatmada kullanılan “v-f-y” kelimesiyle “vefat ettireceğim” (=müteveffiyke) sözü geçmektedir. Halbuki “mevt” kelimesinin geçtiği şu ayette her nefsin ölümü tadıcı olduğu bildirilmektedir:

“Here nefs ölümü tadacaktır (= küllü nefsin zaaikatül mevt); …” (Al-i İmran 3/185)

Dolayısıyla İsa’nın (a.s.) da bu ayetin şümulünde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Ayrıca Nisa suresinin 159. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, onun [İsa’nın] ölümünden önce ona inanacak olmasın (= le yü’minenne bihi kable mevtihi). Kıyamet gününde de o [İsa] onlar aleyhine şahitlik yapacaktır.” (Nisa 4/159)

Bu ayette geçen “ölümünden önce” (= kable mevtihi) ifadesi İsa (a.s.)’ın ölümünden bahsetmektedir, ki bu ayetler ve konu ile ilgili olarak İbn Cerir et-Taberi, İbn Atiyye, İbn Rüşd, Kutubi, İbn Kesir gibi bazı Müslüman bilginlerce mütevatir kabul edilen hadisler bir arada mütalea edildiğinde İsa’nın (a.s.) tekrar yeryüzüne gönderileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Buna rağmen müfessirler arasında bu konuda tam bir fikir birliği yoktur.

Hadislerde anlatılan diğer bazı olaylar da şunlardır: Doğuda, batıda ve Arap yarımadasında yer çöküntülerinin meydana gelmesi. Nakledilen hadislerde bu çöküntülerin yeryüzünde ahlaksızlığın arttığı bir zamanda meydana geleceği bildirilmiştir. Ayrıca, Kıyamet Günü yaklaştığında şiddetli yağmurların yağacağı ve büyük tahribatlara yol açacağı, yıldırım düşmesi hadiselerinin sıklaşacağı ve insanlar üzerine düşerek ölümlerine sebep olacağı da hadislerde nakledilen olaylardandır.

Sonuç

Bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerim’deki ilgili ayetler ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bazı hadisler çerçevesinde Kıyamet Günü konusunu, ayetlerde olayların anlatım sıraları ve olayların ifade edildiği kavramların meydana getirdiği yapılar içinde birbirine bağlı bir hadiseler zinciri olarak inceledik. Bu incelememizde önce Kur’an’daki ilgili ayetler çerçevesinde, Allah’ın (c.c.), gökleri ve yeri yaratması birlikte bunlara vahyetmiş olduğu emri ile bunlardaki düzenliliği nasıl sağlamış olduğunu, ve Allah’ın (c.c.) gönderdiği yeni emrlerle göklerde ve özellikle yerde meydana gelen olayları nasıl dilediği gibi etkileyip kontrol ettiğini gördük. Ayrıca bu muhteşem nizamı ortadan kaldıracak olan, ve Kur’an’da “Saat’in emri” diye isimlendirilen özel bir emrin Allah (c.c.) tarafından uygulanmaya hazır halde bekletildiğini gördük. (12)

Gene bu çerçevede Kıyamet Günü’nün, göklerle birlikte dünyanın ve özellikle dünya hayatının son günü ile başlayan ve yeniden diriliş ve toplanma (= haşr) ile Hesap Günü’nü de içine alan uzun bir gün olduğunu anladık. Bu günün, Sur’a üflenme ile birlikte Saat’in Emri’nin uygulanmaya konulduğu ve göklerdeki mükemmel ve muhteşem nizamın bu emr ile safha safha nasıl sona erdirileceğini de görmüş olduk. İncelememizin sistematik olması için Kıyamet Günü’nün olaylarını Sur’a üflenme ve Kıyamet Günü’nün başlamasından itibaren göklerde, güneş sisteminde ve dünyada meydana gelecek olaylar ve insanlar üzerindeki etkilerini konu alan başlıklar altında topladık. Son bölümde de Kur’an ve bazı hadislerde Kıyamet Günü öncesinde ortaya çıkacak ve insanlar tarafından görülecek ve tanınacak olan bazı alametleri (belirtileri) inceledik. Kıyamet Günü konusunu çeşitli yönleriyle inceleyen eski ve yeni birçok eser bulunmasına karşılık, bu çalışma, bildiğimiz kadarıyla, kendi türünde ilk çalışma olmaktadır. Bu sebeple bütün dikkatimize rağmen bazı eksiklik ve hataları olabilir. Bu konu üzerinde ileride yapılacak çalışmalarda hata ve eksikliklerin giderilmesi ve daha doğru bir eserin ortaya çıkarılması en büyük dileğimizdir. Her şeyin en doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Vesselam.

Referanslar

1 Kur’an’da emr kelimesi bunlardan başka çerçevelerde de geçmektedir. Tafsilatlı bilgi için bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). “İslam’da Bilginin Temelleri”. İstanbul: İz Yayıncılık (222 sayfa).

2 Şunu belirtmemiz gerekir ki, “emr” kelimesi Kur’an’da “birincil emr” ve “ikincil emr” diye sınıflandırılmamıştır. Biz bu terimleri sadece bu kelimenin Kitap’taki iki farklı kullanımını belirtmek için böyle isimlendirdik. Fakat böyle bir ayırımın yerinde olduğu, Kur’an’da emr kelimesinin aldığı zamirlerden kolayca anlaşılabilir. Bizim “birincil emr” olarak isimlendirdiğimiz kullanım ayetlerde üçüncü tekil şahıs zamiri ile “O’nun emri” şeklinde, “ikincil emr” dediğimiz kullanım ise “Allah’ın emri”, “emrimiz”, veya sadece “emr” kelimesiyle ifade edilmektedir.

3 Buradaki “temel fiziksel kuvvet” terimi günümüzde özellikle kuantum fiziğinin teorik bir terimidir. Kur’an-ı Kerim’in, kendisi dışındaki herhangi bir kavram sisteminin teorik terimleriyle açıklanması doğru bir yaklaşım değildir. O bakımdan bu tür açıklamaları daima belli bir şüpheyle karşılamak gerekir. Ayrıca mevcut teorilerin aynı isimle anılan terimleri bile birbirinden farklı manalar taşıyabilir; mesela günümüz fiziğinin en başarılı sayılan iki teorisi olan Genel Relativite Teorisi ve Kuantum Mekaniği’ndeki kuvvet kavramları bile birbirinden çok farklıdır.

4 Buradaki “uzun gün” tabii ki insanlara göre uzun gün olarak anlaşılmalıdır, çünkü insanlar için bin sene veya elli bin senenin Allah’a (c.c.) göre bir günden daha az olduğu şu ayetlerde belirtilmektedir: (Secde 32/5, Mearic 70/4).

5 Diğer bir deyişle, yani geometrik bir ifadeyle, mekanın bildiğimiz üç boyuttan iki boyutlu hale doğru indirgenmesi ihtimalini düşündürmektedir. Fakat ayetteki benzetmenin tam olarak iki boyutlu bir uzayı işret ettiği söylenemez. Boyut kısalmasına uğrayan ve iki boyutlu hale dönüşmeye başlayan bir mekanda ışığın [ışık kaynağı olsa bile] nasıl davranacağını, yani bildiğimiz özelliklerini (yayılma, kırılma) koruyup korumayacağını da düşünmek gerekir.

6 Nobel ödüllü (rahmetli) fizikçi Abdus-Salam bir kitapta göklerin yaratılışıyla ilgili olarak söylediklerinde buna benzer bir ifadede bulunmuştur: “Tanrı başlangıçta evreni iki boyutlu olarak yaratmıştır: uzay ve zaman.” (Bakınız: Davies, P.C.W and Brown, J. (Eds.) (1997) “Superstrings: A theory of Everything?”. Cambridge U.P., s. 175.) Fakat o bu ifadesinde bütün mekanı tek boyutlu olarak düşünmektedir.

7 Klasik fiziğin terimlerine göre düşünecek olursak, gezegenlerin saçılması ve güneşin genişlemesi gibi olaylar güneş sisteminde “kütlesel çekim kuvveti”nin azalması sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Genel Relativite (GR) teorisine göre ise, kütlesel çekim kuvveti uzayın dördüncü boyutta (zaman boyutunda) bükülmesinin getirdiği bir görüntüden başka birşey değildir. Bu durumda GR teorisine göre çekim kuvvetinin azalması ve ortadan kalkması, bu bükülmenin azalması ve ortadan kalkması manasına gelmektedir. Böyle bir uzayda bütün hareketler lineer olacaktır. Bu tür bir durum, “yıldızların silinmesi”ni açıklayabilir, fakat göğün, ve dolayısıyla bütün mekanın “dürülmesini” (= tayy) açıklayamaz.

8 Dipnot 7’deki açıklamaya göre kütlesel çekim kuvvetinin ortadan kalkması bir boyut indirgenmesi olarak düşünülebilir. GR teorisine göre, kütlesel çekim, mekanın dördüncü boyut üzerinde bükülmesinin bir tezahüründen ibarettir. Aslında GR teorisi zannedildiğinin aksine dört boyutlu değil, beş boyutlu bir uzay üzerine kurulmuştur. Bükülme, zaman ekseni üzerinde ve buna dik bir boyutta olmaktadır. Dolayısıyla, bu bükülmenin ortadan kalkması da, beş boyutlu bir uzaydan dört boyutlu bir uzaya indirgenme olacaktır.

9 Hatırlanacağı üzere, birincil emr ile ilgili olarak gördüğümüz Fussilet suresi 12. ayetinde de “her bir semaya emrini vahyetti” ifadesi geçmektedir: "Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) ..." (Fussilet 41/12)

10 Bu konuda ayrıntılı bilgiler için bakınız: Yavuz, Ö. F. (1997). “Kur’an ve Kıyamet.” Istanbul: Marifet Yayınları (254 sayfa)

11 Bakınız: Ref. 9, s. 197.

12 Bakınız: Ref. 9, s. 208-213.

13 Bakınız: Ref. 9, s. 203-204.